“Sanat enerjisine ihtiyacımız var.”
Buğday Ekolojik Yaşamı Derneği Strateji Kurulu Üyesi Güneşin Aydemir, 16. İstanbul Bienali kapsamında hazırlanan “Yedinci Kıta” podcast serisinde Nora Tataryan’ın konuğu oldu.
Buğday Derneği ve Çamtepe Ekolojik Yaşam Merkezi ne zaman kuruldu, neler yapıyorsunuz?
Buğday Derneği 2002 yılında kuruldu, iki sene sonra yirminci yılını kutlayacağız. Ama ondan öncesi de var. Kuruluşundan on sene önce, aslında bir hareket olarak doğmuş bir oluşum Buğday. Amaçları itibarıyla, tek tek bireylerde ve bir bütün olarak toplumda ekolojik yaşam bilincini yaymaya çalışan, bu bilinçteki insanların katılabilmesi için çeşitli modeller üreten bir dernek. Ekolojik çiftliklerde gönüllülük olanağı sunan TaTuTa, organik tarım ürünlerinin satıldığı %100 Ekolojik Pazarlar gibi model projeleri var. Bunun dışında, pestisitlerle ilgili Zehirsiz Sofralar projesini yürütüyor. Ama temelde yaptığımız iş, ekolojik yaşam bilgisinin iletişimini sağlamak. İnsanları bu konular etrafında bir araya getirmek, savunucularını yaratmak.
Çamtepe Ekolojik Yaşam Merkezi, Kaz Dağları’nda doğa ile dost bir yaşamın, basit, sade bir yaşamın nasıl olabileceğine dair bir örnek oluşturmak için kuruldu. Hem bir gösterim merkezi hem bir eğitim ve öğrenim merkezi. Burada buluşmalar ve atölye çalışmaları yapıyoruz. Çamtepe de 2020 yılında onuncu yaşını dolduracak.
16. İstanbul Bienali’nin teması Antroposen. Hepimiz bir kriz ile karşı karşıya olduğumuzu biliyoruz ama bilimin dilinden siz ne söylemek istersiniz? Neler yapabiliriz? Bu konuyu hiç bilmeyen birine anlatacak olsanız durumu nasıl özetlersiniz?
Antroposen kavramını seviyorum aslında, bu çağa yakıştırıyorum. Ama geçenlerde katıldığım bir toplantıda, “Kapitalosen” tanımını duydum. Yani bütün bu olanları insan değil, kapitalizm yapıyor. Tabii kavramlar üzerinde çok konuşabiliriz, her türlü anlam yükleyebiliriz ya da bazı anlamları kavramlardan geri alabiliriz. Ama şu anda gerçekten bir iklim krizi, hatta felaketi olarak kullanıyoruz. İklim değişikliğini de krizi de geçtik, bir felaket. Gezegen olarak artık bunların görünür, günlük yaşamımıza dokunur hale geldiği bir noktadayız. Pek çok anlamda geriye dönüş yok, bir onarım yok. “Bu duruma nasıl adapte oluruz?” soruları var. Dünya açısından baktığımızda acilen yapılması gereken şeyler de şu anda yapılmıyor. Demek ki burada aslında bilgi var, bilmek var; biliyoruz, görüyoruz, deneyimliyoruz ama o yöne doğru gitmekten de pek geri adım atmıyoruz.
Yaklaşık yirmi beş senedir doğa koruma işleriyle uğraşan biriyim, kuş gözlemciliğinden buralara geldik. Biyoloji okudum, doğa üzerine çalıştım. Bunlar aslında o zamandan bu zamana hep gördüğümüz gerçeklerdi. Kuş gözlemlemek, kuşları seyretmek için gidiyorduk. Sonra baktık ki, gittiğimiz yerler her seferinde biraz daha bozuluyor. Sulak alanlar kurutuluyor, ormanlar tahrip ediliyor, ırmaklar yok oluyor… Türkiye doğasının yavaş yavaş yok edildiğine tanık olduk. Durdurmak, düzeltmek için pek çok çalışma yaptık. Bazılarında kendi içinde başarılı olduk ama şu anda başarılı olduğumuz alanların da çoğunu kaybetmiş vaziyetteyiz. Bilgi diliyle yapılan, bilimsel olarak kanıtlanmış, şuraya doğru gidiyoruz diye sonuçlarını çıkardığımız çalışmalar bunlar.
Toplantılarda, şurada burada savunurken hep bilim dilini kullandık. “İklim değişikliğini neden anlatamıyoruz?” üzerine bir kitap dahi yazılmış. Çünkü aslında bu kadar temel, bir yandan da insanla çok alakalı bir konu. Öleceğini bilip, hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayan tek canlı insan. Böyle bir durumda beyin herhalde o alanları kapatıyor ve daha fazla duymak istemiyor. Şu anda şuurları uyandıracak daha vurucu şeylere ihtiyacımız var. Bana kalırsa rakamlar artık etkisini yitirdi. Yapılan bir araştırmaya göre, Türk halkının yüzde 90’ı iklim değişikliğinden haberdar ama bunun için bir şey yapmıyor, harekete geçmiyor.
“Yarın öleceğini bilsen bile o fidanı dik.”
Bütün bu aktivizmi felaket dilinden kurmanın da bir handikapı olduğunu gözlemliyorum. Çünkü küçük adımlar atacak insanlar da öleceğini, dünyanın son bulacağını duymak istemiyor ve hepten elini eteğini çekiyor. Bunun aktivizmi için daha yapıcı bir dil nasıl kurulabilir, gündelik hayatımızda nasıl adımlar atabiliriz, bu konuda neler düşünüyorsunuz?
Evet, aslında insanlar ya, “dünya zaten yok olacakmış, o zaman ben de keyfime bakayım” ya da umutsuzluk evrenine saplanıp, “dünya yok olacak, her şey çok kötü, rezalet” şeklinde tepkiler veriyor. Bir grup, “kahrolsun kapitalizm” diyerek negatife saldırma halinde, o ruh haline saplanmış olarak kalıyor. Umutlu kalabilmek çok nadir bir şey oldu artık. Toplumda insanların umutlu olmak için çok büyük sebepleri yok. Ben umutlu olmanın dışarıyla hiç alakası olmadığını, içeriden gelen bir şey olduğunu, umudu yaratmamız gerektiğini düşünüyorum. Her şey çok karanlık, umutsuz olabilir, ölecek olabiliriz ama işte o meşhur, “yarın öleceğini bilsen bile o fidanı dik” meselesi… Bir yandan da evren bize potansiyel olarak bir sürü şey sunuyor. Bunu da aslında fizik bilimi ispatlıyor. Yani bir sürü potansiyel var. Biz o potansiyellere dokunup harekete geçirirsek umutlanmak için sebebimiz olabilir. Dolayısıyla umut içten geçen bir şey, umudu yaratmamız lazım. Burada sanata çok önemli yer düşüyor.
Bir fotoğraf görmüştüm; darağacı kurmuşlar, üç kişi, boyunlarına halatı bağlamışlar ve buz kütlelerinin üzerinde duruyorlar. İnanılmaz etkileyici bir şey ve sokakta oluyor. İnsanın tüylerini diken diken ediyor. Bu dili kullanmak insanlarda hafif bir tedirginlik yaratacaktır ama harekete geçebilmeleri için sanat enerjisine, yaratıcılığa ihtiyacımız var çünkü çözümleri biliyoruz ama nasıl uygulayacağımızı bilmiyoruz. Bir ürünün tedariği, ambalajların geri dönüştürülmesi, yeniden kullanımı ve malzemesi ile ilgili iletişim noktasında yaratıcılığa ihtiyacımız var. Yaratıcılık ve yapma enerjisi. Bunların arkasındaki şey de umut. O anlamda sanatın bunu sağlayabileceğini düşünüyorum.
Çamtepe Ekolojik Yaşam Merkezi, Kaz Dağları’nda yaşıyorsunuz. Kişisel yolculuğunuzu merak ediyorum, buna nasıl karar verdiniz?
Çamtepe’ye 10 kilometre mesafede bir kasabada yaşıyorum. Çamtepe aslında bir performans merkezi. Aynı zamanda insanların bir araya geldiği, birbirlerinden öğrendikleri bir buluşma ve öğrenim alanı. Orada kalırken, programlara katılırken, bizatihi doğa dostu yaşamı deneyimleme şansı veren bir yer. Biz oraya neden gittik? Şehirde, İstanbul’da yaşıyorduk. Herkese sürdürülebilir yaşam önerilerinde bulunuyorduk; şöyle ekin, böyle biçin… Bunu kendimizin de yapması gerektiğini düşündük. Buğday’ın kökeni zaten kırsalda. Tüketim örüntülerini değiştirmek üzere kırsaldan şehre gelmiş bir oluşum. Yeniden oraya gidip bir topluluk oluşturmak, yaşamın nasıl olacağını görmek, deneyimlemek, modellemek ve aslında ortaya bir örnek koymak istedik. Etrafımızdaki pek çok insanın aklında o dönemde kırsala gitme fikri vardı fakat henüz çok yeniydi, çok az insan gidiyordu. Kırsalda-kentte yaşam, eski-yeni köylüler, kırsal ile kent arasındaki bağlar, kırsalın sorunları, gıda ve kirlilik gibi konuları konuşan insanların bir araya geldiği bir yer yoktu. “O zaman biz kaynaklarımızı böyle bir yer oluşturmaya harcayalım.” dedik. Çünkü kendimize ev yapsak ne olacak ki? Bir kişi, iki kişinin faydalanacağı bir şey olacak. Daha fazla insanın gelebileceği bir yer olsun… Çamtepe fikri işte böyle çıktı ortaya. On senedir orada.
Kendi yaptığımız programlar da var ama aynı zamanda başka sivil toplum örgütlerinin ve kuruluşların çeşitli toplantıları için de gelip buluştukları bir yer. Bütün bu seneler içerisinde gelip orada buluşanlar Çamtepe’nin enerjisinde, aurasında kümülatif bir şey yarattı. Bir ton, bir tını yarattı. Orada çıkan fikirler yayılıyor, dağılıyor, insanların dönüşümüne ilham oluyor. Oradan paylaşıyoruz.
“Şehirdeki herkesin günlük yaşamıyla ilgili gözlemci pozisyonuna geçmesi lazım.”
Şehirde yaşayan ve çevre konusunda duyarlı biri neler yapabilir?
Aslında bazı durumlarda kırsalda yaşamak çok daha çelişkili. Eğilim olarak orası da aynı şekilde bozuluyor. Şehirde ne varsa orada da o var bir kere. Mesela köylülere gidin; hepsi gazlı içecek, şeker bağımlısı ve hatta çok daha fazla deterjan kullanıyorlar. Çok hızlı bir erozyon var. Mesela ben ekolojik pazarın ürünlerini özlüyorum. Çünkü emin olduğunuz çok fazla bir şey bulamıyorsunuz. Kırsalda üretiliyorlar ama orada çoğu kez çıkmaza saplandığımız noktalar oluyor. Dolayısıyla kırsala giderken oradaki sosyallik önemli.
Ben doğma büyüme kentli bir insanım, İstanbul’u ve şehrin dinamiğini seviyorum. Tabii ki yaşaması, etmesi çok zor ama tüketim motoru orada. Yani bir sürü şeyi değiştirme şansınız var ve kırsaldan daha kolay aslında. Şehirdekilere şunu öneriyorum; bir kere, herkesin çok hızlı bir şekilde günlük yaşamıyla ilgili gözlemci pozisyonuna geçmesi lazım. Ben ne yapıyorum, nasıl yaşıyorum, yaşama biçimim neyi etkiliyor? Günlük yaşamımda kullandığım ürünler benim hakimiyet alanımdan çıktıktan sonra nereye gidiyor, nerede birikiyor? Dönüşüyor mu, dönüşmüyor mu? Şehrin dışındaki çöp alanlarına ne kadar katkım var? Bunları biliyor olması, gözlemci pozisyonuna geçmesi lazım. Bu bir noktada moral bozukluğu yaratabilir ama orada da bir soğukkanlılık tılsımı ısmarlıyorum herkese. Kendisini tarafsız bir şekilde, fazla yormadan izleme noktasına gelecek; o noktada gıdası, suyu ve çöpü için sorumluluk alacak. Mümkün olduğu kadar topluluklar oluşturacak. Şu anda gıda toplulukları var mesela. İnsanlar kendi istedikleri şekilde gıda üreten üreticilerle bağlantıya geçiyor, topluluk oluşturuyor, gıdasını doğrudan alıyor. Bunlar tabii ki vakit verilmesi gereken, çok temel işler…
Çok önemsiyorsan elini taşın altına sokacaksın. Gıdamızı birileri üretiyor, suyu birileri getiriyor, kalkınmayı birileri yapıyor, sanatı sanatçı üretiyor, bilimi bilim insanı yapıyor. Her şey bizim günlük yaşamımızdan kopmuş, birilerine havale etmişiz… Biz bir şeyleri havale ettiğimiz sürece sistem ona göre çözüm üretiyor. Durduk yere değil yani. Sistemin de bir suçu yok, onu da biz kullanıyoruz. Bunu eleştirdiğimiz anlamda söylüyorum. Dolayısıyla, sen ne kadar elini taşın altına sokup, sorumluluğunu alırsan o kadar emin olursun ve güvenebileceğin gıdaya ulaşırsın.
Çok güzel söylediniz aslında, çünkü kapitalizm de bunu keşfetti. Biz bu sorumluluğu almadıkça ve yerel bağları kuvvetlendirmedikçe organik gıda gitgide daha üst sınıfın ulaşabileceği bir şey olmaya başlıyor.
Sorumluluk almazsanız elbette bu olacak, başka türlüsü yok. Hatta ya üst seviyede olacak ya da herkesin ulaşabileceği, kriterleri daha gevşek, konvansiyonel değil de organik denilip emin olamayacağımız şeylere gidecek. Dolayısıyla çağımızın, yani antroposen insanının kendisi ve sorumlulukları ile baş başa kaldığını söylemek istiyorum. Bireysellik burada çok önem kazanıyor. Her birey kendi sorumluluğunu alacak…
Dolayısıyla, birey sorumluluğu herkesin. Orada da iki tane çatışan fikir var; bir tanesi, biz ekolojik yaşamcılar hep insanların kendi yaşamlarını dönüştürmesi üzerine öneriler getiririz, işte şöyle deterjan kullanma da arap sabunu kullan, bez çanta kullan falan. Bir grup bu işin daha çok politikasıyla uğraşır, diğer bir grup da bu düşünceyi, “bisiklete bindiğiniz zaman zannetmeyin ki çevreye faydalısınız, çünkü arkada şirketler kazanır, esas mesele onların dönüşmesidir” şeklinde eleştirir. Ya o ya bu demiyorum ben, ikisi birlikte diyorum. Çünkü siz bir politikayla, bir felsefeyle ya da bir düşünce akımıyla alternatif bir yaşam biçimi ortaya koyduğunuz zaman, devam edebilmesi ve istediğimiz yönde sistemi değiştirebilmesi için o yaşam biçimini uygulayan insanlara ihtiyacınız var. Öneri olarak getirdiğiniz şeyin yapılabilir olması gerekiyor. Yapılabilir nasıl olacak? İnsanların denemesiyle, gerçekten içinden gelerek yapmasıyla olacak ancak. İnsanlara denetmek gerekiyor, o noktada da büyük yaratıcılığa ihtiyaç var.
Bu röportaj Nora Tataryan hazırlayıp sunduğu “Yedinci Kıta” programından yazıya aktarılmıştır. Tüm podcast bölümlerini buradan dinleyebilirsiniz.
Deşifre: Tansu Yeşilkır – Buğday Derneği İletişim Gönüllüsü
Kapak Fotoğrafı: Bir Karpuz Kafaya Dönüşmek, Max Hooper Schneider