Av olduğumuzu fark edene kadar
Yazı ve fotoğraflar: Oya Ayman – Buğday Derneği Strateji Kurulu Üyesi
Bu sabah yanmış bir ormanda yürüdüm. İki ay önce alevlerin, cenneti cehenneme çevirdiği bir patikada… Yazlık sitelerin kurtarılmış yeşil alanlarının, alevlerden kılpayı kurtarılmış evlerin bahçesindeki yarısı kavrulmuş ağaçların hemen arkasında, kömürleşmiş ağaçlar, çalılar ve simsiyah kayaların arasında yürüdüm…
Sanırım sonbahar olduğu için yazlık sitenin çoğu boştu… Beton yığınında dolaşan birkaç kedi, bir inşaat ustası ve metal çitlerin ardına ya da beton zeminde açılan toprak parçasına hapsedilmiş bitkiler dışında canlılık yok gibiydi… Bazı evlerde bahçe yoktu. Dış zeminleri, evin sakinlerini topraktan, çamurdan koruyacak, cillop gibi temizlenebilecek seramik karolarla kaplıydı. Bir köşede deterjan kutularını bir arada tutan bir kova vardı.
Artık, kendi türünün kullandığı enerjiyi, yediği yemeği, giydiği giysiyi, oturduğu evleri üretme biçiminin neden olduğu kanıtlanmış iklim değişikliğinin sonucu olan aşırı kuraklığın daha da alevlendirdiği ormanın yanmasına üzülen insan; tozdan topraktan arındırdığı zemini, kilometrelerce uzaktan tankerle getirttiği tatlı suyla temizlemek için, o tatlı suyun çıkarıldığı yeraltı sularını kirleten deterjanları kullanmaktan çekinmiyordu.
Evin önünde ölüm tehlikesine dikkat çeken elektrik panosunun yanında araba lastiğinin içine ekilmiş çiçekler vardı. İnsanın, öldüren ve yaşatan taraflarını bir fotoğraf karesine sığdırmak mümkündü…
Evlerin hemen arkasında gövdesi kararmış ağaçlar, çoktan kesilmişti. Hafiften bir reçine kokusu vardı havada… Kesik gövdeden akan reçineler ağacın gözyaşları olabilir miydi?
Gövdenin hemen önünde masmavi bir su borusu simsiyah topraktan fırlamıştı. Plastik boru yangın çıkana kadar otların, yaprakların arasında saklanmış olmalıydı, ama kendisini güneşin kavurucu sıcaklığından esirgeyen ağaçlara su taşıyamamış; yangın boruları da yakmıştı… Yangını söndürmeye su yoktu… Eh, ölenle ölünmezdi; susuzluktan kırılmamak için yanan boruları değiştirmek gerekmişti.
Biraz ötede kırık dökük kaldırım taşları ve çimento yığını arasından çıkan gövdesi kararmış palmiyenin yeni sürgünleri, insanın yıkıcı yanıyla kendini yenileyen doğa arasındaki çelişkiyi gözler önüne seriyordu.
Siteleri ardımda bırakıp, ormanın içine girdim. Evlerle orman arasına sınır koymak için döşenmiş çitler kapkara olmuştu. Yangın sınır tanımaz ki… Devrilmiş ağaçlar, kömür karası parçalanmış gövdeler, simsiyah toprak ve taşlar arasında Mars’ın yüzeyinde yürüyor gibiydim. İlk bakışta canlılık belirtisi yoktu. Ama biraz ilerlediğimde yanmış bir meşenin kökünden fırlamış yemyeşil sürgünlerle karşılaştım; ormanın kendini yenileyeceğinin habercisi… Tabii insan izin verirse…
Bir kayanın üzerine oturup etrafı izlerken, derinlerde filizlenmekte olan yaşamları hissettim; etrafımı sinekler ve karıncalar sarmıştı. Bir de örümcek vardı telaşla koşturan… Yanmış toprağa biraz daha yakından baktım, karıncalar deli gibi çalışıyordu. Ve elbette benim göremediğim bir sürü mikroorganizma… Biraz ötede kupkuru bir ağaç gövdesi vardı. Gökyüzüne uzanan dallarıyla, bir heykeli andırıyordu. Hemen arkasındaki yüksek gerilim hattı direği ne kadar çirkinse, kabukları soyulmuş ölü ağaç o kadar güzeldi.
Arada bir kuşlar ötüyordu.
Kafamda sorular…
Sokaklarında yürüdüğüm sitelerin yeri de eskiden makilik/orman değil miydi? Burası yanmasaydı binalar daha da arkalara, ormanın içlerine doğru ilerler miydi? İnsanlar cennetten cehenneme dönmüş topraklarda ev yapar mıydı? Yanmış ağaçların arasında kim yaşamak ister ki? Yoksa, ölmüş hayvana burun kıvırıp, avını kendi öldürmek isteyen avcı gibi, ağaç avcısı insan da ormanı tamamen öldürmek için cennet olmasını mı bekler?
Bunları düşünürken, yanmış tepelerin ardındaki termik santralin bacasından dumanlar çıkmaya başladı… Bir süre sonra reçine ve is kokusunun yerini kesif bir gaz kokusu aldı. Burada yaşayanlardan duymuştum; her sabah bu kesif kokuyla uyandıklarını; santral yapıldıktan sonra meyve ağaçlarına hastalık geldiğini…
Dönüş yolundayım… Yangının siyaha boyadığı ormanda bir patikada… Hayal ediyorum… Bugün ölü bir gezegeni andıran bu patika, sıcağın etkisiyle patlayan kozalaklardan saçılan tohumlar, taze sürgünler, kuşların, böceklerin taşıdığı yeni tohumlar ve yağmurlarla yemyeşil olacak. Böcekler, kuşlar, sürüngenler, memeliler gelecek… Orman yeniden hayat bulacak… Tepenin ardındaki termik santral bacasından çıkan gazlar, binlerce ağaç kesilerek açılan devasa kömür yatakları, tatilci yapıları, tüketim çılgınlığımızın sonucu gezegene saçılan çöpler ise küllerinden doğan canlılığın yanı başında yangından daha büyük bir tehdit oluşturmaya devam edecek. Taa ki, avcı değil av olduğumuzu fark edene kadar…
Yazı ve fotoğraflar: Oya Ayman