İki kadının gözünden gündelik hayatta iktidar: Ekofeminizm
Dünya, eğer örüntüsüne uygun davranmazsak kısa sürede mahvedebileceğimiz kadar küçük, kavrayıp uygun davranırsak ise, hepimize ve her şeye yuva olabilecek kadar büyük. Vandana Shiva ve Maria Mies’in birlikte yazdıkları Ekofeminizm kitabı, yuvayı daha yakından tanımak isteyenler için önemli bir kılavuz…
Yazan: Özlem Gürtunca (Buğday Gönüllü İletişim Ekibi)
Vandana Shiva okurlarının heyecanla beklediği kitap: Ekofeminizm. Beklendiğine değen, karşılığını fazlasıyla veren bir kitap olduğunu söylememe sanırım gerek yok. Vandana Shiva, bu kez yanına Kuzey’den, bize ve yaşadığımız düzene daha yakın bir coğrafyadan Maria Mies’ı alarak hem düşüncelerini pekiştirmiş, hem de kitabın bakış açısını genişletmiş. İki kadının bu kitabı birlikte yazmalarının sebebi bile, savundukları bütünsel bakış açısının bir kanıtı; çünkü onları bu kitapta birleştiren şey, “dünya üzerinde yaşamı tehdit eden yıkıcı eğilimlerin altta yatan sebeplerini incelerken ikisinin de, birbirinden bağımsız olarak, farklı sosyal, kültürel ve akademik altyapılara sahip olmalarına rağmen, kapitalist, ataerkil, küresel dünya sisteminin bilincine varmaları” (arka kapak) ve insanın doğa, erkeğin kadın, kuzeyin güney üzerine kurmaya çalıştığı hakimiyetin aynı dünya sisteminin ürünü olduğunu kavramaları olmuş.
Vandana Shiva dünya sistemine Güney’in doğası ve sömürülmüş halklar penceresinden bakan, ekoloji aktivisti bir kuramsal fizikçi; Maria Mies ise aynı sisteme Kuzey’den, kapitalist küresel sistemin uygulayıcıları içinden, kadınlar üzerindeki etkileri yönünden bakan bir sosyal bilimci. İki kadın, farklılıklarının onları birleştirdiği ortaklıkları ve güzellikleri görüp güçlerini bileştirmiş. Birlikteliklerini temel olarak iki sebebe dayandırmışlar. Birincisi sermaye birikimi için insanların ve kaynakların kontrolüne dayalı sistemin görünmez kılıp ötekileştirdiği küresel süreçleri görünür kılmak, ikincisi de her şeyi ve herkesi tek tipleştirme üzerine kurulu olup, tam da bunu yapmaya çalışırken ayrımcılığa sebep olan mevcut küresel, kapitalist, ataerkil güçlere karşı kimlik ve farklılık arayışının önem kazanacağına dair duydukları ümit. Taşıdıkları bu umudun romantik bir iyimserlikten ibaret olmadığını, ikisinin de yaptıklarının ve öncü oldukları hareketlerin yankılarından kaynaklandığını tahmin etmek güç olmasa gerek.
“Kadim bir bilgeliğe konmuş yeni bir isim” olan ekofeminizm kavramı, kadınları, yaşamın devamı için mücadele veren tüm perspektiflerle birlikte ele alır. Ana akım feminizm, amaç ve stratejilerine göre, kadın ile ilişkisini incelediği sosyal, siyasal, ekonomik yapılara göre alt kollara ayrılır. Ekofeminizm ise kapitalist ve ataerkil sistemin yapısal olarak birbiriyle ilişkili olduğu önermesini sunar ve kapitalist düzenin kültürleri homojenleştirmesine karşı kendine yeten, özerk, yerel geçim ekonomilerini savunur. Yeni olduğu söylenen kavramın aslında yaklaşık 45 yıllık bir geçmişi var. Ekofeminizm teriminin ilk olarak, Françoise d’Eaubonne’un, sorunun birey olarak erkekler değil, ataerkillik olduğunu söylediği 1974 tarihli, Le Feminism ou la Mort isimli çalışmasında görüldüğü düşünülür. Öte yandan ekofeminizm kavramının 1976’da Ynestra King tarafından Vermont Sosyal Ekoloji Enstitüsü’nde geliştirildiğini söyleyenler de, Ekofemizim hareketinin 70’lerin ortalarında dünyanın farklı yerlerinde kendiliğinden başladığını söyleyenler de vardır (Çetin, 2005) Vandana Shiva ve Maria Mies ise ekofeminizm kitabının ilk baskısını 20 sene önce yazmışlar. Ancak ne yazık ki 20 seneden bu yana değişen pek bir şey olmamış, hatta kötüye giden durumlar olmuş. 20 yıl uzun bir süre ve bir şeyler yapmak için bir 20 yıl daha beklemek pek akıl kârı görünmüyor.
Kitapta ekofeminizm kavramı, köken arayışı, biyoteknoloji aracılığıyla gelişen yeni yatırım alanları, ticaret özgürlüğü, hayatta kalma özgürlüğü, kendini idame başlıkları altında derinlemesine incelenmiş. Kalkınmanın dünya üzerindeki tüm ülkeler için mümkün olamayacağı, bunun için hem kaynakların yetersiz olması, hem de kalkınmış ve kalkınmamış olarak görülen ülkeler arasındaki farkın kapanmasının imkansızlığı ile anlatılıyor. “Köken Arayışı” bölümünde ekolojinin esasında bir köklenme hareketi olduğundan, toprağı anayurt olarak görmenin sadece neyin korunması gerektiğine dair sahip olunan farklı bir algı olmasına rağmen, kalkınma tarafından geri kalmışlık olarak ilan edilmesinden bahsediliyor. Maria Mies, ataerkil sistemin, ulus devletlerinin anayurtları yıkma üzerine kurulu olduğu halde kendilerini meşrulaştırmak için insanların vatan hassasiyetini kullanmasını, ‘nation’ (ulus) kelimesinin anlamıyla anlatarak bu çelişkili durumu gözler önüne serer. Çevre ile kurulan iki yüzlü ilişkinin benzer çelişkilerini de, beyaz adamın kendisinin yok ettiği şeyi arayışını anlatarak gösterir. Doğanın romantikleştirilmesini, doğa tahribatından muzdarip insanların ona karşı duyduğu tüm duyguların da akıl dışı olarak nitelendirilmesini, bu akıldışıcılığı ve duyguları kullanan zıt siyasi tutumların ikisinin de doğa sömürüsüne ancak katkı yaptığını çarpıcı bir şekilde anlatır.
Biyoteknoloji ile ekofeminizm arasındaki ilişkinin anlatıldığı bölüm ise belki de kitabın en çarpıcı bölümü. Bu kısım, kadınların yerli bilgeliğini ve biyoçeşitliliği anlatarak başlar. Ana akım bilime göre tür sayısı ile ölçülen biyoçeşitliliğin, Hindistan’da tür sayısının yanında, içindeki her bir elemanın kendi özellik ve değerini başka elemanlarla ilişkilerinden aldığı ilişkisel bir kategori olduğundan bahseder. Kadınların biyoçeşitlilikten türetilen geçim kaynaklarından sorumlu olup ev içinde ve dışında harcadıkları emeğin piyasada değer olarak görünmemesinden bahseder ki bu, ekofeminizmin temel söylemlerinden biridir.
Biyoteknolojinin anlatıldığı bölümü kitabın en çarpıcı kısmı olarak saymamın sebebi Maria Mies’ın üreme teknolojileri konusunda anlattıklarıdır. Kimse tarafından sorgulanamayan bilimin gelişmesi ile bize sunulan üreme teknolojilerinin, doğum bilgisini kadınlardan uzaklaştırdığı, kadını edilgen hale getirip kadının kendi, çocuğu ve doğumu ile ilgili eskiden bildiği her şeyi başka uzmanlara bırakmasına yol açtığı anlatılır. Günümüz biliminin kadınlara sunduğu doğum kontrol ve cinsel ilişkide korunma yöntemlerinin ise kadının cinsel ilişkide, çocuk sahibi olmada özgürleşmesi ve kendi kaderini tayin etmesinin yolu olarak görülmesinin bir yanılgı olduğunu, aslında bunun erkeğin cinsel ilişkinin sorumluluk ve sonuçlarından özgürleşmesi anlamına gelmesini ve ilaç firmaları gibi mevcut bazı kapitalist güçlere hizmet eden sistemi anlatarak açıklar. Kitabın ilerleyen bölümlerinde doğum kontrol yöntemlerinin geliştirilmesi ile İkinci Dünya Savaşı sonrasında soy ıslahı çalışmaları arasındaki bağ anlatılır. Geliştirilen bu doğum kontrol yöntemleri, elbette nüfus fazlalıklarından ötürü doğa tahribatının sorumlusu olarak görülen üçüncü dünya ülkeleri üzerinde uygulanacaktır. Oysaki dünyadaki fosil yakıtların %30’unu kullanan, dünyadaki nüfusun %80’ini oluşturan Güneyliler değil, Amerika’daki %6’lık kesimdir.
Vandana Shiva ve Maria Mies, anlattıkları çarpıcı gerçekler ve kadınlarla doğayı sömürenler arasında kurdukları güçlü bağlar üzerine, ekonomi olarak adlandırdığımız şeyde sadece nicel değil, nitel bir değişiklik yapmanın gerektiğini, yeryüzünün ve toplumun iyileştirilebilmesi için yük olarak iş ve zevk olarak iş kombinasyonunun sağlanması gerektiğini söyler ve kitabın sonuç bölümünde ekoloji konusunda iyi örnek olacak bazı hareket ve çalışmalardan bahseder.
Vandana Shiva’nın önceki kitaplarında olduğu gibi bu kitap da, günümüzde sorgusuz sualsiz kabul ettiğimiz bilime, tüm tüketim ve yaşam alışkanlıklarımızı ona göre düzenlediğimiz ekonomik düzene, gelişmiş teknolojinin sonucu, modernliğin ve hatta feminizmin göstergesi, kadının cinsel ilişkide, çocuk sahibi olmada özgürleşmesinin, kendi kaderini tayin etmesinin yolu olarak bildiğimiz doğum kontrol ve cinsel ilişkide korunma yöntemlerine dair, Kuzey’de yaşıyor olmamızdan mütevellit göremeyebileceğimiz bir bakış açısından, örnekler vererek öyle çarpıcı şeyler söylüyor ki… Aklınıza karşı çıkmak, söylediklerine zıt örnekler aramak geliyorsa ki, çok muhtemel geldiği noktalar olacaktır, içinde olduğumuz kapitalist, ataerkil, küresel dünya sisteminin değerleriyle düşündüğünüzü, çünkü sizin bildiğinizin böyle düşünebilmek olduğunu unutmayın. 3. Dünya ülkelerindeki yaşamı bilmediğinizi hatırlayın.
Kitabı bitirdiğimde, dünya haritasını açıp bakmak istedim. Küçük bir Afrika ülkesi olduğunu bildiğim Ruanda’yı haritanın arama çubuğuna yazdığımda görüntü ülkeye dünya üzerinden gitmedi, yerini göremedim. Görmek için ekranı/dünyayı uzaklaştırırken, yer kürenin yuvarlağını gördüğümde tüylerim diken diken oldu. Ana akım bilimin muhtemelen beyindeki bir takım kimyasallar ile açıklayacağı, bazı siyasi ideolojilerin bunu duygusallık olarak yorumlayıp önemsiz göreceği, bazılarının kendi çıkarı doğrultusunda kullanmaya çalışacağı duygu durumum, benim için etkileri şu anda da devam eden, o an için tek gerçek şeydi. Dünya, eğer örüntüsüne uygun davranmazsak kısa sürede mahvedebileceğimiz kadar küçük, kavrayıp uygun davranırsak ise, hepimize ve her şeye yuva olabilecek kadar büyük.
Yazan: Özlem Gürtunca