Arıcılık, arı ile arıcının birlikte gerçekleştirdikleri bir sanattır
AB Erasmus + Programı tarafından desteklenen Arıları Yaşatalım projemiz kapsamında 9 Aralık’ta İzmir’de gerçekleştirdiğimiz Uluslararası Ekolojik Arıcılık Konferansı’ndaki birbirinden ilginç ve önemli konularla ilgili röportajlarımızı sürdürüyoruz.
Doğada 130 bin farklı bitkinin döllenmesini sağlayan arılar, ekosistemin en önemli halkası. Ancak Türkiye’de, arıların sayılarının azalması görmezden gelinerek, arı odaklı değil, bal odaklı arıcılık yapılıyor. Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi Zootekni Bölüm Başkanı Prof. Dr. Banu Yücel ile Türkiye’de arıcılığın sorunlarını ve arıcılıktaki doğru yöntemleri konuştuk.
Yöntemlerini ayırt etmeden, bir bütün olarak baktığımız zaman arıcılık ne durumda Türkiye’de?
Banu Yücel: Ülkemiz coğrafi ve topografik yapı bakımından arıcılığa çok uygun bir yer. Botanikçilerin kaydettiği 12 bine yakın bitki türü var, bunun 4 bine yakınının endemik olduğu belirtiliyor. Yani yeryüzünde arılar için bundan daha uygun bir coğrafya olamaz açıkçası. Böyle bir coğrafya varken de arıcılığın bu kadar gelişmiş olması ya da arı sayısının fazla olması beklenen bir sonuç. Dolayısıyla biz de dünyada kovan sayısı açısından 2. sırada, bal üretimi olarak da 4. sıradayız. 8 milyonu aşan bir koloni varlığımız, TÜİK’in en son bildirdiğine göre de 104 bin ton bal üretimimiz var. Ancak, kovan başına bal üretimimiz biraz düşük, yaklaşık 13.4 kilogram. Bu kadar güzel bir coğrafyada neden biz koloni başına bu kadar düşük bal üretebiliyoruz.
Arıcılıkla ilgili farklı yöntemler var: geleneksel, arı odaklı, modern. Bunlardan kısaca bahsedebilir miyiz?
Geleneksel arıcılık denildiği zaman genellikle ilkel kovanlarla, kütük ya da sepet kovanlarla, yapılan arıcılık modelini anlıyoruz. Geleneksel arıcılıkta, çok fazla arıya müdahale şansınız yok. Bunu şans olarak nitelememiz lazım çünkü arıcılık, aslında arı ile arıcının birlikte oluşturduğu bir sanat olarak ifade edilebilir. Sanat, çünkü arı odaklı arıcılıkta da aynı şekilde, üretim tamamen arıya bırakılıyor. O sezonda arı ne kadar bal üretmişse, ona bağlı kalıyoruz. Halbuki modern arıcılıkta gerektiği zaman koloniye müdahale edip arıya destek oluruz. Örneğin bahar döneminde petek ihtiyacı çok fazladır. Temel peteği zamanında sağlayarak koloninin gelişmesini destekleyebiliriz. Ya da belirli zamanlarda, henüz nektar akımı başlamadığı zamanlarda polen ya da şurup beslemesiyle koloniyi destekleriz. Yani arıya destek oluruz. Ama geleneksel yöntemde bunu uygulamak mümkün değil. Arı odaklı arıcılık dediğimiz, aslında bu modern arıcılığın hedefi aslında arı odaklı olmak. Çünkü arı eğer sağlıklı, mutlu olmazsa zaten ondan bir verim ya da üretim beklememiz söz konusu değil. Dolayısıyla arı odaklı arıcılık dediğimizde arının refahını, arının sağlıklı ve iyi çalışabileceği ortamı sağladığımız bir arıcılıktan bahsediyoruz. Yani aslında bizim hedefimiz arı odaklı arıcılığı modern arıcılıkla entegre etmek.
Peki organik arıcılık nedir?
Tarifine bakacak olursanız, neredeyse arının yaşam şeklini hiç bozmadan, ona çok fazla müdahale etmeden yapılan, çevresel koşulların uygun olduğu, bir sertifikasyon firmasının kontrolü altında üretimin yapıldığı ve belgelendiği bir arıcılık demektir organik arıcılık. Ama tabii organik arıcılığın oldukça belirli ve keskin kuralları var uyulması gereken. Hatta yurtdışında artık biyodinamik arıcılığa dönmüş durumda. Yani organik arıcılığın birkaç adım daha ötesinde. Biyodinamik arıcılık, ülkemiz için çok yeni bir kavram. Demeter kanunları denilen, neredeyse tamamen arının refahının hedeflendiği, ürün üretiminin biraz daha geri planda kaldığı bir arıcılık modeli. Orada arıyı çevresel temizliğin sağlanması, arının ekosistem içerisindeki varlığını devam ettirmesi hedefiyle sürdürülen bir sistemden bahsediyoruz.
Türkiye’de organik arıcılık yapmak mümkün mü?
Kısmen mümkün. Çünkü organik arıcılığın belirli ve keskin kuralları var. Bu kuralların içerisinde en önemli ikisini yerine getirmekte hala sıkıntı yaşıyoruz. İlki, arıların beslenmesinde ya organik balın arılara bırakılmasını şart koşuyor sistem, ya da organik şekerle hazırlanmış şeker şurubu beslemesine izin veriyor. Ülkemizde organik şeker üretimi söz konusu değil. Dolayısıyla bu konuda arıcıların ciddi bir sıkıntısı var. Organik şeker olmadığı için beslemeyi yapamıyor ve balı arıyla paylaşmak durumunda kalıyor. Bu durum da tabii onun kârlılığını azaltıyor. Arıcılar bir heves organik arıcılığa başlasa da, kârlı olmadığını gördüklerinde bu işten vazgeçiyorlar. Bu yüzden Türkiye’de organik arıcılık bizim hedeflediğimiz hızda gelişmiyor. Bir diğer konu da organik petek üretimi. Arılara verilen peteğin mutlaka organik olması gerekiyor. Tabii, bunun da sağlanması oldukça zor. Bu iki konu Türkiye’de organik arıcılığın kısmen yapılabilmesine sebep oluyor.
Son yıllarda yapılan araştırmalara göre dünya genelinde arıların sayısı giderek azalıyor. Türkiye’de henüz tam olarak böyle bir azalmadan bahsedemiyoruz, ama kovan ve bal miktarı oranına baktığımızda verimin düşme eğiliminde olduğu görülüyor. Neyi yanlış yapıyoruz?
Her şeyden önce eğitim burada çok önemli bir unsur. Arıcılarımızın yeni gelişmelere açık olmaları gerekiyor. Geleneksel yöntemlerle yapılan arıcılık bir yere kadar bizi taşıyor. Evet belirli bir verim sağlıyor. Ama, artık kaçınılmaz modern tekniklerin kullanılması kaçınılamaz bir gerçek haline gelmiş durumda. Biz Ege Üniversitesi ve İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin ortak bir projesiyle 3 yıldır İzmir’in hemen hemen her köyünde, beldesinde arıcılık eğitimleri veriyoruz. Arıcılık yapanlara ya da arıcılık yapmak isteyenlere bu eğitimler verildi. Belediye’nin desteğiyle kovan dağıtıldı bu kişilere. 3 yıllık takip sonucunda da, bunların birçoğunun arıcı kimliğine büründüğünü, hatta bazılarının birliklere üye olduğunu, artık profesyonel arıcılığa geçtiklerini gördük. Bu bizim için sevindiriciydi. Eğitimlerde en çok vurguladığımız noktalardan biri kullanılan arının niteliğiydi. Bizim arıcılarımız farklı bölgelerdeki arılarla çalışmayı genelde seviyorlar. Ama arı, ancak kendi ekotipi içerisinde en yüksek verimi gösterebiliyor. Mesela İzmir yöresindeki arıcının, İzmir ekotipindeki arıyla çalışmak yerine kalkıp da Kafkas arısıyla çalışması verimli olmayacaktır. Çünkü İzmir’in ekolojik koşulları farklı, Kars yöresinin farklıdır. Bu iki bölgedeki arılar, çok uzun yıllardır o yöreye, o ekosisteme uyum sağlamış arılardır. Dolayısıyla onların bu genetik yapılarına sadık kalarak biz verimi yükseltmeyi hedeflemeliyiz. Bunun dışında göçer arıcılığı bölgeler içerisinde sınırlandırmak çok önemli. Çünkü arı, çok hızlı strese girebilen bir canlı. O yüzden arıyı çok uzun mesafelerde dolaştırmak yerine 200 kilometre sınırında kalarak, kendi yöresinde dolaştırmak hem arının kendi ekotipinin bozulmamasını sağlayacak, hem arıyı çok fazla strese sokmayacak, hem de hastalıkların bölgeden bölgeye taşınmasını önleyecektir.
Bunun dışında besleme sadece ilkbahar ya da sonbaharda, ana arıyı ya da koloniyi şerbetle besleme şeklinde olmaz. Şimdi tüketicilerde de şöyle bir yanlış kanı var. Balı aldıkları zaman, ya bu arı şekerle beslenmiş, balda şeker olabilir kaygısı taşıyorlar. Aslında biz arıları nektar akışı olmadığı zaman, kendi ihtiyaçlarını giderebilmeleri için besliyoruz. Nektar akımı başlamadan iki hafta önce de bu beslemeyi kesiyoruz. Yani hiçbir şekilde bu, bala yansımıyor. Bu beslemeyi biz yapmak zorundayız, bu söylemeliyim. Ama yaptığımız besleme sadece şerbet beslemesi olmamalı. Soframızdaki şekerden yapılan şerbet çok önemli. Bu şerbeti inverete edebilmek çok önemli. Bu hazırladığımız şerbetin içerisine bir miktar limon suyu, kekik çayı ya da adaçayı ilave etmeleri çok önemli. Kekik ve adaçayının arıların sindirim sistemini rahatlatıcı özelliği var.
Ana arıyı iki üretim sezonu sonunda mutlaka değiştirmek gerekir. Buna dikkat edilmeli. Özellikle kolonilerde sonbaharda ana arıyı değiştirmek çok önemli. Çünkü koloninin son derece güçlü bir kuluçkayla kışı geçirmesini, ilkbahara güçlü arılarla çıkmasını çok önemsiyoruz.
Ana arının yumurtlamasını sağlamak için biz polen keki hazırlıyoruz. Ama polen kekinin içerisine hiçbir zaman şekeri katmıyoruz. Şeker katmıyoruz ki, tabii bunun doğru bir yaklaşımı var. Şeker kattığımıza arıların sindirim sistemine olumsuz etkisi oluyor. Özellikle bağırsak tıkanmalarına neden olabiliyor. O nedenle polen beslemesi olmazsa ana arının yumurtlamasını beklemek mümkün değil. Yani bu tür hususlara dikkat ederek koloninin sağlıklı gelişimini izlemek mümkün.
Sentetik kimyasal ilaç kullanmaksızın mücadele ediyoruz. Çünkü sentetik kimyasal ilaçlar gerçekten arının bağışıklık sistemini zayıflatıyor. Arı hastalıklarını ve zararlıları doğal yöntemlerle aşmaya çalışıyoruz. Özellikle Varoa mücadelesinde mümkün olduğu kadar yeşil çay ağacı yağı ya da biberiye, defne, kekik, lavanta, ceviz yaprağını kullanıyoruz. Hastalıklara karşı, limon özü yağı, melisa yağı gibi dezenfektan etkisi olan yağları kullanıyoruz.
Genel bakım beslemeyi doğru yaptığınız zaman arı mutlaka sağlıklı ve güçlü bir koloniyle hastalığa ve zaralıya karşı korunaklı bir hale gelmiş oluyor.
Arılar sadece bal üreten canlılar değil; onlar ekosistemin önemli bir parçası. Bu yüzden arıcılığın arı odaklı olması çok önemli. Yani arı mutlu olduğu zaman, bir ver,m beklentiniz varsa, onu da elde etmiş olursunuz. Bu yüzden önerilmesi gereken arıcılık yöntemi “arı odaklı arıcılık”, öyle değil mi?
Arının refahını sağlamazsak, onunla doğru bir şekilde arı ürünlerini paylaşmazsak bizim de bu süreçten kârlı ve mutlu bir şekilde çıkmamız mümkün değil. İşin özü bu.
Peki Ege Üniversitesi olarak yapmış olduğunuz faaliyetlere dahil olabilmek için ne yapmak gerekiyor? Siz mi arıcılara ulaşıyorsunuz, yoksa arıcılar mı size geliyor?
Biz zaten mümkün olduğu kadar hep sahadayız. Yani arıcılarla beraberiz, onların sorunlarını iyi biliyoruz ve kendileri mutlaka bir şekilde bize ulaşabiliyorlar. Yine de bu konuda soru sormak isteyen ya da kafasına arıcılıkla ilgili bir fikir gelen, danışmak isteyen, arıcılık yapmak isteyen kişiler varsa e-mail yoluyla da ulaşabilirler. Mutlaka biz onlara hem eğitim hem de üretim konusunda destek oluruz. banu.yucel@ege.edu.tr adresinden bana yazabilirler.
Teşekkür ederiz Banu Hanım, bizimle paylaştığınız değerli bilgiler için. Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Arı, mutlaka hayatımıza katmamız gereken çok özel bir canlı. Çünkü arı, sadece arı ürünleriyle değil, kendi varlığıyla bile bizim hayatımızı çok olumlu şekilde etkiliyor. Çok önemli bir sosyal böcek. Dolayısıyla, mümkün olduğu kadar arıyı hayatımıza entegre etmeliyiz. Arıdan korkmamak, arıyı sevmek lazım. Ama tabii, temkinli de olmak lazım. Hayatımıza arı ürünlerini sokmak lazım. Sadece bal değil; polen, arı sütü, propolis gibi çok değerli arı ürünlerini de doktor ya da uzman kişilerin yönlendirmeleriyle hayatımıza adapte etmek lazım.
Röportaj: Leyla Aslan Ünlübay
Tam Banu hanımın görüşlerine katılmak üzereydim ki arılara verilen şerbetin içerisinde limon suyu, kekik çayı falan katın dediğini okuduğum an ben de bir tebessüm yarattı. Çok merak ediyorum arılar doğa da kekik çayını nasıl buluyor muş? Ayrıca ana aranın 2 yılda bir değiştirilmesi söylemi tamamen ticari kaygılar ile uydurulmuş bir söylem. Hangi bilimsel veriye dayanarak bunu söylüyor? Ana aranın 2 yılda bir değiştirilmesi arı odaklı arıcılık değildir. Evet, Türkiye’de ana arılarda çok sorun yaşanıyor ancak bunun başlıca nedenleri ana arının 2 yılda yaşlanması değil, arıcıların nerden geldiği belli olmayan ana arıları alması ve kovanlarda aşırı kimyasal kullanılması. Sevgili Buğday Derneği çok güzel işler yapıyorsunuz ancak arıcılıkla ilgili yayınladığınız yazılarda sizin felsefenize uyman ciddi sorunlar görüyorum.O yüzden, bu yazıları paylaşmadan önce arı odaklı üretim yapmaya çalışan bir arıcıya danışmanızı tavsiye ederim.Selamlar
Merhaba, yazinizi tesadüfen okudum (2 sene rötarla). Tamamen katiliyorum yazdiklariniza… Aricilikla ugrasiyor musunuz? Selamlar