“Felaket” mi, “ektiğimizi biçmek” mi?
Şanlıurfa ve Adıyaman’da yaşanan sel felaketi, Büyük Güneydoğu Depremi, Salda Gölü’nden Marmara’ya pek çok doğal alandaki tahribat, tarlalarda kuraklık nedeniyle meydana gelen obruklar ve orman yangınları…
Yürütülen hatalı politikalar, plansız kentleşme ve tüketime dayalı yaşam biçimi, tarımdan enerji, su ve atık yönetimine kadar yaygın yaşam alışkanlıklarını ve politikaları sorgulamamıza neden oluyor. Oysa bu sorgulamaları yapmak için sellerin ve depremlerin can almasını, orman alanlarımızın yok olmasını, sağlığımızı kaybetmeyi bekleyemeyiz.
Felaketler bize ne anlatıyor?
Hemen her gün yeni bir felaketin eklendiği bu tablo bizlere, Buğday Derneği olarak yıllardır yaygınlaşması için çabaladığımız adil, sürdürülebilir, doğa ile uyumlu bir dönüşümün gerçekleşmesi için zamanımızın giderek azaldığını gösteriyor. Karar alıcılar ve bireyler olarak, doğanın uyarılarını anlama ve eyleme geçme konusunda daha hızlı ve etkin davranmamız gerek.
İklim, su, gıda ve barınma krizlerine zemin hazırlayan kararları alan politikacılar, yerel yönetimler ve sanayi kuruluşları ile birlikte, tüketim/tükenim ekonomisinin tahrip edici izlerinin farkında olmayanlara çağrıda bulunuyoruz:
Geri dönüşü olmayan noktaya gelmeden önce, ekolojik dönüşümün gerçekleşmesi için adımlar atmalıyız.
İnsanı merkeze alan dünya görüşü ile artık bir arpa boyu bile yol alamayacağımız açık. Yaşadığımız krizler ve art arda yaşanan felaketler, insan türünün sadece “almak” üzerine kurduğu, tüketim odaklı yaşamının ve buna hizmet eden ekonomik sistemin sürdürülemez olduğunun bir kanıtı.
Gıdamızın üçte biri tarladan sofraya gidene kadar heba oluyor; tarımda kullanılan gübre ve pestisitler (zehirli kimyasallar) içilebilir temiz suları ve toprağı kirletiliyor; fosil yakıtlı termik santraller canlıları hasta ediyor, iklim krizini derinleştiriyor, tarımsal alanları verimsizleştiriyor; obez yapılaşma ve plansız kentleşme doğal varlıkları tehdit ediyor; kullanılıp çevreye atılan poşet ve plastikler binlerce deniz canlısını öldürüyor…
Depremlerden sel felaketlerine, orman yangınlarından kum fırtınalarına, kapımızdaki su ve gıda kıtlığından toplu arı ölümlerine, böcek istilalarından salgınlara kadar bütün krizler aynı yöne işaret ediyor: Değişmemiz gerekiyor.
Tüm bu krizlerin çözümü, “sürdürülebilirlik” kılıfı altında, asıl öznenin kalkınma olduğu bir amaç yerine, “yaşamın bir bütün olarak sürdürülebilirliğini” amaç edinmekten ve bu yönde dönüşüm için adım atmaktan geçiyor. Önce bakış açımızı, sonra seçimlerimizi ve politikalarımızı değiştirmeliyiz. Ekosistemin bize hizmet ettiğini zanneden insan merkezli anlayışı terk etmeli, ekosistemin bütün unsurlarının birbiriyle işbirliği yaptığı ve dolayısıyla insanın da bu işbirliğinin ve hizmetin bir parçası olduğu anlayışıyla hareket etmeliyiz.
Hepimiz aynı gemideyiz
Gerçek zenginliğimiz, sahip olduğumuz nesneler ve mekânların sayısı değil, yaşamın her alanında var olan (diller, kültürler, gelenekler, tohumlar vb.) çeşitlilik. Yaşamın sürdürülebilirliği ancak bu çeşitlilik ile mümkün.
Bireylerden topluluklara, şirketlerden yerel yönetimlere ve politika yapıcılara kadar hepimiz, gezegendeki krizden sorumluyuz. Tahrip ettiğimiz gezegeni onarmanın yollarını bir an önce öğrenmemiz gerek.
Her seferinde doğa karşısındaki güçsüzlüğümüzü anlamak ve başka felaketleri izleyerek sadece endişe duymak yerine harekete geçmeli, tüm canlıların ve doğal varlıkların yaşamını savunmak için gereken adımları atmalıyız.
Günlük alışkanlıklarımızı, yaşam tarzımızı, stratejilerimizi, politikalarımızı dönüştürerek, milyonlarca türle birlikte yuvamız olan dünya gezegenini hep birlikte onararak, hepimiz için yaşanabilir bir yer haline getirmeliyiz.
Doğayla uyumlu yaşamın izlerini takip ederek, yerelden başlayıp küresele uzanacak dönüşümü hep birlikte inşa edelim. Hemen şimdi!