İyi Şeyler Yapan Güzel İnsanlar: Erhan & Yonca Çetinbağ
İyi Şeyler Yapan Güzel İnsanlar serimiz Erhan ve Yonca Çetinbağ çifti ile devam ediyor. 3 yıl önce İstanbul’daki kurumsal iş hayatlarını bırakıp yola çıktılar. Çiftliklerde gönüllü olarak kalıp, çalışarak, deneyimleyerek başlayan plansız yolculukları onları Foça’ya sürükledi. Yerleşme kararı almalarından bu yana hem kendileri hem de GETO (Gediz Ekolojik Gıda Topluluğu) için üretim yapıyorlar. Topluluk Destekli Tarım modeliyle gıda topluluğunun bir parçası olma durumunu oldukça başarılı bir şekilde yürütüyorlar. Bir süredir ORIGIN Gıda Topluluğu için de ürün tedarik ediyor, hatta çoğunlukla yemek yapıyorlar.
Röportaj: Gözde Özbey – Buğday Gönüllü İletişim Ekibi
Hikâyelerinizle başlayalım… Şehirde neler yapıyordunuz? Sizi buraya sürükleyen en önemli şeyler nelerdi?
ERHAN ÇETİNBAĞ- İkimiz de doğma büyüme İstanbulluyuz. Üniversitelerimizi de İstanbul’da okuduk. Sıradan, beyaz yakalı bir hayatımız vardı. Tabii bu anlık bir karar değildi. Şu anda çok popüler olmuş, “her şeyi bırakıp Ege’de bir sahil kasabasına yerleşeceğim” gibi bir şey değildi bizimkisi. Birbirimizi tanımadan önce de, benim özellikle sisteme olan inancımı kaybettikten sonra, bir şekilde sistemin dışına çıkmak ile ilgili bir çalışmam vardı kafamda. Ama nasıl olacağı ile ilgili en ufak bir fikrim yoktu. Bağlayıcılıklar var; ailelerimizin durumu, kendimizin durumları… Tarımla alakamız sadece sohbetlerde var. Aslında ülkenin geleceğini biz tarımda görüyormuşuz bireysel olarak, sonradan bu fikirler ortak paydada buluştu. İşte aktiviteler, bazı eylemler, çevre ile alakalı duyarlılıklar. Bunlar şehirlilik normları, sınırları içinde bizim hayatımızda da vardı. Yonca ile tanıştıktan sonra tekrardan bunları konuştuk; hep dillendirildi ama bir türlü harekete geçemedik. Hatta herkes gibi evlendik, eşya aldık, ev düzdük. Yani her şey normaldi. Öncesinde Gezi süreci var; o süreçte biraz sanıyorum üzerimizdeki ölü toprağını attı. Evlendik, kampa gittik falan öyle bir hayatımız vardı; yine bir kampa gittik geldik Bozcaada’ya. Sonrasında bir anda çıkan bir diyalogdan sonra gitme kararı ortaya çıktı aslında.
YONCA ÇETİNBAĞ- Mayıs’ın sonunda evlendik. 1.5 ay sonra temmuz ayında kampa gitmiştik. Evlendikten sonraki o süreçte bir pazar akşamı klasik olduğu gibi ben Erhan giydiği için takım elbise ütülüyorum. Dışarı çıkmışız gelmişiz, her zaman televizyon izlemiyoruz ama o gün açık ve tesadüfen Gökçeada belgeseli var. Gökçeada’da serbest gezen keçiler vardır, onları anlatıyor. Ben salonda yapıyorum ütüyü bir yandan da onu seyredeyim diye ve böyle çok etkilendim. Erhan’a dedim ki ‘ya gidelim mi?’. Sonra Erhan “Gökçeada’ya mı, gidelim tabii” dedi. “Gökçeada’ya değil tabii, yani İstanbul’u terk edip o tarz bir yerde yaşayalım mı’ dedim. Erhan inanamadı tabi apar topar böyle gidelim mi kararına. Sonra “e gidelim” dedi; zaten Erhan’ın canına minnet Aslında istediği şey ama böyle bir şeyi bence kendi teklif etmeye cesaret gösteremiyor. Hemen klasik şehirli alışkanlığı, girdik internetten arsa bakıyoruz. Öyle mi yapsak, böyle mi falan derken bu TaTuTa’lardan haberdar olduk. Bir anda bir yer almak yerine önce bir TaTuTa çiftliklerini gezmeye karar verdik. İlk çiftliğimizde bu meşhur Çanakkale Yeniköy’de Mustafalar’ın orasıydı. 3 hafta kadar kaldık orada ve birçok şey deneyimledik. Ben biraz daha şanslıyım Erhan’a göre. İstanbul’da bahçeli bir evde büyüdüm. Gözümü açtığımda bahçedeydim; annem hep ufak ufak rokadır, teredir, domates, biberdir bir şeyler ekerdi. Tarlaya gittik, çapa yapıyoruz; Erhan bana diyor ki ‘Bunların hangisi biber hangisi domates’. Yani o kadar bilmiyoruz aslına bakarsan. Sonra yavaş yavaş birçok şey öğrendik.
O bölgede Çanakkale’den İzmir’e kadar indik. Ekim ayı gibi İzmir’e geldik. Foça’da Ilıpınar Köyü’nde Fadime- Kaplan Zülfikargil Çiftliği var. Bir hafta diye planlamıştık ama bir ay kadar kaldık yanlarında. Şu anda hala dört senedir bize çok büyük emek veriyorlar sağ olsunlar; manevi anne babamız gibi oldular. Sonra bizim amacımız Kasım gibi kışı biraz daha güneyde geçirip oradan Karadeniz’e uzanmak, oradaki TaTuTa çiftliklerini gezmekti. Ama Foça’yı inanılmaz çok sevdik. Çok fazla paylaşım yapmam ama o dönem bir paylaşım yapmışım “Bana nerde yaşamak istiyorsun deseler; Foça derim” demişim. Tabii bu arada yerleşmeyle alakalı hiçbir fikrimiz yoktu. Ne dilediğine dikkat et gerçekleşebilir olayı var ya, herhalde onu yaşadık. Fadime Ablalar bizim istediğimizi de bildikleri için “Bahçeli bir ev bulduk deneyimlemek ister misiniz?” dediler. Biz de “olur, hadi deneyimleyelim” dedik. Sonra Güney’e doğru inmekten vazgeçtik, o gün bugündür de Foça’dayız.
Erhan – Hep kafamızda bir şekilde daha küçük bir hayat kuracağız ve kendi gıdamızı üreteceğiz, fazlasını paylaşıp hayatımızı da buradan kazanacağız fikri vardı. Ama yola çıkarken şunu yapacağız diye bir planımız yoktu. Sadece ilk gideceğimiz çiftliği belirledik ondan sonrasına tamamen yol karar verdi. Dolayısıyla şu an dönüp baktığımda plan yapmadan yola çıkmak konusunda çok doğru bir karar verdiğimizi düşünüyorum. Şimdi yıllardır tarım yapıyormuşuz gibiyiz. Yonca’nın da dediği gibi Foça’ya geldik ve sanki hep buradaymışız gibi hissettik. Sonrasında buradaki yerleşim ve gıda topluluğu süreci başladı.
Kırsala taşındıktan sonra beklentileriniz ve gerçekte yaşadığınız şey arasında nasıl farklılıklar vardı?
Yonca – Süreç çok kolay değil. Özellikle İstanbul gibi bir şehirde doğmuş büyümüş ve üniversiteyi de orada okumuş insanlar olarak en azından maddi anlamda daha rahattık. Bir şey alırken iki kere düşünmüyorduk ama kırsala geçtikten ve hayatımızı bundan kazanmaya başlayacağımızı kendimize anlattıktan, fark ettikten sonra bir şey alırken “buna gerçekten ihtiyacım var mı” diye soruyoruz.
İlk bir sene tamamen cepten yedik. Ama çok küçük paralar. Çünkü para harcamıyoruz. Şehirde en fazla para verdiğin şeylerden bir tanesi gezmen, tozman ve kıyafetindir. Gezme tozma anlamında arkadaşlarımızla restoranlarda falan içmiyoruz, rakımızı da evde içiyoruz. Hâlâ eşyalarımızı İstanbul’dan getirmedik. İşte, evde giyinmek ve toprakta çalışmak için iki parça kıyafet senin tüm ihtiyacını karşılıyor.
Erhan – İkinci sene gelir-gider kafa kafaya olmaya başladı. Üçüncü sene biraz daha üstünde kazanmaya başladık. Şunu da itiraf etmek lazım; ne kadar kazanırsan o kadar harcıyorsun durumu bizim için de geçerli. Şehir sana sisteme uyacaksın, bu çarkın içinde yaşayacaksın ve bu yolda takip edeceksin hayatın boyunca diyor. Karşılığında da sana bir konfor veriyor. Ama bizim derdimiz bu değil, biz oradaki hayatımızdan mutlu değildik. Sisteme inancınızı yitirdiğiniz zaman, onun verdikleri de sizi mutlu etmemeye başlıyor. Biz o konforu zaten reddettik. Kırsala geldik, amacımız üretmek. Bu zor bir süreç; birçok arkadaşımız geldi sonradan ‘ne yapıyor bu deliler’ diye. Biz sanki yıllardır çiftçilik yapıyormuşuz gibi gelir gelmez bir anda üretime başladık. Üretme- tüketme dengesini tutturmak zor oldu. O kadar yoğun bir ilk sene yaşadık ki, çok fazla üretim deneyimlemek için her şeyi yapmaya çalıştık. Onun yoğunluğundan zaten hiçbir şey düşünmedik. Mesela benim de çocukluğum sobalı evde geçti; Yonca da uzun yıllar sobalı evde büyüdü. Bu bizim için problem değildi.
Bir gıda topluluğunda hem üretici hem türetici olarak yer alıyorsunuz ve Topluluk Destekli Tarım yapıyorsunuz. Bu nasıl başladı?
EÇ- Fadime Ablalar’ın TaTuTa çiftliğindeyken beraber BİTOT’a (Batı İzmir Topluluk Destekli Tarım Grubu) gittik. Dediler ki biz sürekli Karşıyaka’dan gidip geliyoruz buraya ve 5 kişi olduk. Orada da bir gıda topluluğu kuralım. İlk toplantı Fadime Ablalar’ın çiftliğinde yapıldı. Biz de o sırada gönüllüyüz orada. Orada arkadaşlar ‘keşke siz de burada olsanız, aklınız yüreğiniz de bu işlere yakın’ dediler. Güldük geçtik biz de. Sonra hemen arkasından bir ay içinde buraya yerleşme kararı ortaya çıkınca; GETO da yeni kuruluyordu ve dedik ki tamam o zaman biz GETO’yuz, hemen elimizi taşın altına koyalım, ne gerekiyorsa yapalım. Aralık ayı olmuş, daha eve yerleşmemişiz. Bahçeyi değerlendirelim boş kalmasın, topluluk için bir şeyler yapalım dedik. Topluluk daha ilk buluşmasını yapmadan biz Topluluk Destekli Tarım (TDT) yapmaya karar verdik. Topluluğun en temelde neye ihtiyacı var? Ekmek… O zaman biz buraya buğday ekelim, una dönüştürelim ve ekmek yapalım GETO için. “Çok güzel bir fikir” dedik karşılıklı ve 6-7 kişi hepimiz küçük paralar vererek parayı topladık; Çanakkale’den Mustafa’dan tohum getirdik, ektik, sürdük. Tabii maliyetlere de hep birlikte katlandık ve daha sonra hasadını yaptık. İlk Topluluk Destekli Tarım modelimiz buydu. Gıda güvenliği, yediklerimize dikkat etmek, üreticiyi tanımak gibi konular şehirdeyken de gündemimizdeydi. O yüzden gıda topluluğu bizim için direk kafamızdaki yapıyı gördüğümüz yer oldu ve sıkı sıkı sarıldık ona.
Yonca – İkinci topluluk destekli tarım da yumurtaydı. Herkesle birlikte bir yumurta bedeli belirlendi. Bu sürede bir sene geçti, GETO büyüdü ve herkes ne kadarlık bir yumurtaya katılmak istediğini söyledi. Daha ortada tavuklar bile yokken toplanan parayla önce kümes yapıldı, civcivler alındı, büyütüldü. 8 aylık bir süreçten bahsediyoruz. Sonrasında tavuklar yumurtlamaya başladıktan sonra hafta hafta belirlenen sayılara göre yumurtaları geri ödedik. Şu an üçüncüsünü yapıyoruz ve tavukların yumurtlamasını bekliyoruz, geri ödemelere başlamak için. Eli kulağında 🙂
Aslında zaten kafanız da olan şeyler olduğu için sizi motive eden de buydu sanırım.
Erhan – Kırsalda kendimizi yalnız ve çaresiz hissetmemizin en büyük sebeplerinden biri de şu; biz düşündüğümüz gibi yaşamak istedik. Şehirde yaptığımız hiçbir şeye inanmıyorduk, oradan ayrılmamızın en büyük sebebi buydu. Düşündüğümüz şeyleri burada, bu yaptıklarımızda görmüş olduk ve bu bizi çok motive etti. Sonrasında da gıda topluluğunun kurulması ve arkasından topluluk destekli tarım yapılması gibi şeyler bizi hızlandırdı.
Peki, gıda topluluğunun bir parçası olmakla ilgili zorlandığınız şeyler var mı?
Erhan – Zaman zaman işin felsefesiyle alakalı bir takım rahatsızlıklarımız olabiliyor. Çünkü bazı şeyler bir kere esnediği zaman daha sonra bunu engelleyemezsiniz ve sonra bir bakmışsınız ki hayalini kurduğunuz yapı başka bir yapıya evrilmiş; biz bunun olmasını istemiyoruz. Bazen de türeticiler ile alakalı problem yaşıyoruz. Bizim derdimiz, bu işin sadece organik yemek meselesi olmadığını, bir felsefesi olduğunu, üreticini tanıman gerektiğini, bu ayda niye domates yok ya da biberi neden sizden bulamıyoruz diye sorulmaması gerektiğinin farkına varılmasını anlatmak.
Yonca – Ama genel olarak çok güzel bir yapı ve çok da güzel işliyor, özellikle GETO’da. Bazı gıda topluluklarında gönüllü olarak çalışan insan bulamıyorlarmış, arkadaşlardan duyuyoruz. GETO’da öyle bir şey yaşamadığımızı söyleyebiliriz.
Kentteki fırsatlar ve güçlükler ile kırsaldaki fırsat ve güçlükleri karşılaştırdığınızda neler söylersiniz? Özlediğiniz, eksikliğini duyduğunuz şeyler var mı mesela?
Erhan – İlk başta TaTuTa ziyaretleri yaparken diğer çiftliğe geçmeden önce hep İstanbul’a geliyorduk. Daha çok ailelerimizi alıştırmak için, İstanbul’dan yavaş yavaş koptuk. Sonra yerleştikten sonra ben 20 ay İstanbul’a gitmedim, çiftlikten çıkmadım ve bundan hiçbir rahatsızlık duymadım. Tabii ki eşinizi dostunuzu, ailenizi özlüyorsunuz, belki devamlı gittiğiniz mekânın muhabbetini bazen özlüyorsunuz ama bunlar küçük özlemler. Eş dost, aileler geliyor bir şekilde, özlem gideriyoruz zaten. Açıkçası çalışma biçimi ve yaşama şekli ile alakalı olarak hiçbir şeyi özlemiyorum. Hatta bu eski oturduğumuz yerin satılması durumu çıktığında acilen çıkmamız gerekiyordu ve bir yer bulamadık. Artık dedik ki yapacak bir şey yok, buralarda yapılan 3-4 katlı evlerde bir yer kiralayacağız bir çözüm bulana kadar. Ama o bile içimizden gelmedi. Çünkü sabah kalktığınızda şöyle bir yere uyanmak başlı başına bir motivasyon. Ve onu yapamayacağımızı anladık. Dolayısıyla ben şehrin çatısını bile özlemiyorum. Yonca sen neleri özlüyorsun?
Yonca – İstanbul’la alakalı hiçbir şeyi özlemiyorum. En çok arkadaşlarımı özlüyorum ama Allah’tan GETO var ve orada çok güzel arkadaşlıklarımız var. Belki GETO olmasaydı işin sosyal kısmında daha fazla zorlanabilirdik. Kentin çok zorlukları var. Avantajları neler diye düşünüyorum ama aklıma gelmiyor, yok. Biz şehirdeyken de farklı kafalarda insanlardık. En son ne zaman AVM’ye gittiğimizi bilmeyiz. Ama her hafta sonu mutlaka AVM’ye giden insanlar var.
Şimdi insanlar şunu düşünüyor; nasıl para kazanıyorsunuz ve biz böyle bir şey yapsak nasıl geçineceğiz. Dolayısıyla finansal anlamda sürdürülebilirliği nasıl sağlıyorsunuz? Nasıl dönüyor bu çark?
Yonca – Son 1 senedir yer değişimleriyle ilgili özel bir durumumuz var ama bunun dışında her şeyi ekmeye çalışıyoruz. Mevsimine, toprağına uygun ne varsa ekiyoruz. İlk olarak kendimiz için, fazlasını da satarız düşüncesiyle. Mesela her sene tarhana yapıyorum, önce kendimiz için biraz da fazlasını eş dost, arkadaşlar için. Bazen yabani otları toplayıp, bağ yapıp onları satıyorum. Bu bile artı bir gelir kaynağı bizim için. En önemli gelir kaynağımız buğday. Ekiyoruz ve ondan un, ekmek yapıyoruz. Gıda topluluğunda satıyoruz, ara sıra İstanbul’a kargo yapıyoruz.
Erhan – Biz küçük aile çiftçisi gibi yaşıyoruz aslında. Büyük alanlarda tek ürün yetiştirmek yerine küçük alanlarda çok çeşitli ürün yetiştiriyoruz. Eğer bunun ekonomik tarafını merak ediyorsak; kıra gelince otomatik olarak giderler azalacak, dolayısıyla şehirde kazanmak zorunda olup kendinize harcamadığınız paraları kazanmanıza gerek olmuyor. İkinci olarak buradaki yaşam için ot toplayıp satmak bile artı bir değer Yonca’nın da dediği gibi. Ürününüzü kendiniz pazarlamanız gerekiyor. Küçük çaplı ve çok çeşitli üretim yapacaksınız. Siz burada çok üreteyim de toptancıya, hale vereyim kafasında olursanız para kazanamazsınız. Çünkü hiçkimse çok kazanamıyor zaten. Burada bu kafa yapısında olan çoğu insan iflas ediyor. Hiçbiri başarılı bir model değil. Biz şehirden gelip hiçbir artı gelir olmadan sadece topraktan geçinen bir yapı kurmaya çalışıyoruz; farklı bir model sunuyoruz ve başarılı oldu gibi görünüyor.
Ben sadece buğday ekersem kışın belki çok yağmur yağar, tüm mahsul yok olur. Dolayısıyla birine bir zarar gelmesine karşın çeşitlendiriyoruz. Herkes buğday ekip nasıl para kazanıyorsun diye şaşırıyor. Az miktarda yapıyorum; gübre yok, ilaç yok, hiçbir şey yok. Çıkan ürünü un, ekmek yapıyorum yani katma değerli ürün yapıyorum.
Hikâyeniz ilham verici. Sizin ilham aldığınız, takip ettiğiniz birileri ya da organizasyonlar var mıydı?
Erhan – Net ilham vericiler Ilgın ve Serhat. Onlar da düşündüğümüze benzer şeyler yapıyorlardı. TaTuTa çiftliklerini geziyorlardı, sonra Çanakkale’ye yerleşme kararı aldılar falan. Sonra bloglarını yazmaz oldular, izlerini kaybettik, ulaşamadık bir türlü. Bir sabah Yonca telefonunu incelerken onlarla ilgili bir şeye denk geliyor; sonra mail attık ve tekrar ulaştık. Çanakkale’ye yerleşip Tohumdan Sofraya diye bir oluşum kurmuşlar; oradaki yerel üreticiden ürünleri alıp İstanbul’a getirmek üzere bir model oluşturmuşlar. Çok da hoşumuza gitti çünkü herkes üretemez ama orada üretilen çok güzel ürünler var ve insanlara ulaşması gerekiyor. Güvenilir ve iyi gıdaya ulaşmak çok zor. Sonra İstanbul’a geldiklerinde evimize davet edip sohbet ettik. Onlardan ilham aldığımızı anlattık ve çok sevindiler.
Yonca –Sonraki süreçte de buraya yerleşmemize vesile olan Fadime Abla ve Kaplan Ağbi var. Bazen düştüğümüz, ayağımızı taşa vurduğumuz zamanlar oldu. Onlar bize annelik babalık yaptılar, bizim ihtiyacımızı biz söylemeden anlayıp bize koştular. Bu anlamda çok şanslıydık. İyi ki varlar…
Erhan – TaTuTa yolculuğu da bize güven sağladı. Bize bir ev, çalışma, deneyimleme imkânı sundu; yalnız değildik. Çok güzel insanlara dokunduk, tanıştık. Şu anda da bizi ayakta tutan GETO, onu da söyleyebiliriz.
Bundan sonraki planlarınız varsa neler?
Yonca – Üzerine sürekli konuştuğumuz, hayalini kurduğumuz şeyler var ama ne kadarı dönüşür bilemiyoruz. Adım atma kısmında ikimiz de biraz yavaşız. Biraz garanticilik biraz da imkanlarla alakalı tabii.
Erhan – Yapmadığımız birkaç ürünü üretmek istiyoruz ama sadece onlar değil; yeni bir gıda topluluğu konusunda heyecanlanıyoruz zaman zaman. Gönüllü ağırlamak gibi hayallerimiz var. Bunun için doğal fiziki şartlarımızın iyice istediğimiz düzeye gelmesini bekliyoruz. Dışarı çıkıp şöyle bir oturup kuş seslerini dinlerken hayal kurmamak imkansız, biz de sürekli hayal kuruyoruz aslında.
Aslında zaten önemli olan da hayal kurmak…
Erhan – Mevlana’nın bir sözü var, diyor ki “Sen yola çık, yol sana görünür”. Yolu biz kafamızda yüz bin defa konuşsak da yol, yola çıktığın zaman görünüyor sana.
Son olarak sizin gibi şehirden gelip kıra yerleşmek isteyen ve üretim yapma hayali olan insanlar için ne gibi öneriler, tavsiyeler verirsiniz?
Erhan – Bilgisayar başında ofiste otururken onun hayalini kurmak gerçekten çok güzel, bunu ben de yaptığım için söylüyorum. O zaman kurduğum hayallerle şimdikiler bambaşka. Dolayısıyla şimdi baktığım zaman şunu görebiliyorum, bence küçük adım atılmalı. Herkes için başka bir doğru yol var tabii ki. Genel olarak küçük küçük hareket etmelerini, bütün birikimlerini, her şeyi bir hayale odaklamamaları ve deneyimlemelerini tavsiye ederim. TaTuTa bunun için çok doğru bir yol ve hâlâ tavsiye edebiliyorum.
Yonca – İnternette yazılanlarla gerçekte olanlar birbirinden çok farklı. Derdin para kazanmak, zengin olmaksa onu unut. Ben geçinebileceğim kadar para kazanayım gözüyle baktığın zaman da tutmayabilir. Çünkü iş kurduğunuzda da ilk seneler para kazanmak zordur, geri dönüşü çok yavaş olur. Diyelim ki inek yetiştirmek istiyorsun; önce bir iki inekle kendi sütünü, yoğurdunu yapmayı dene, bu masraflardan kurtul, kalanını satmaya çalış. Böylelikle hem ufak ufak gelir elde edersin, hem de yavaş yavaş bir pazar yaratmış olursun. Gelip birkaç hafta, hatta fırsat varsa birkaç ay köy evinde kalmak gerekiyor. Çünkü birkaç gün senin sıkılmana izin vermez. Burada gün içerisinde sıkılırsan, ki şehirden gelince sıkılabilirsin, işte o senin için probleme dönüşebilir. Ne istediğini iyi bilmek, deneyimlemek çok önemli.
Röportaj: Gözde Özbey – Buğday Gönüllü İletişim Ekibi
Foça da yerinize gelmek istiyoruz