ENGLISH
DESTEK OL!
Gönüllü Ol
HABERLER

Tasarımcı Lalehan Uysal’ın gözünden tohumlar: Kurda, Kuşa, Aşa ve Göze…

Yayınlanma Tarihi: 5 Aralık 2024
Tasarımcı Lalehan Uysal’ın gözünden tohumlar: Kurda, Kuşa, Aşa ve Göze…

Doğa, insanın sanatla olan bağını nasıl şekillendirir? Lalehan Uysal, 30 yılı aşkın süredir Buğday Hareketi’ne gönül vermiş bir sanatçı ve tohum gözlemcisi olarak doğanın küçük mucizelerinden biri olan tohumları sanatının merkezine alıyor. Hem yaratıcı hem de ilham verici hikayesiyle tohumların büyülü dünyasına bir yolculuğa çıkarıyor.

Lalehan Uysal, 30 yıldır Buğday Hareketi’ne gönlünü ve emeğini veren bir kreatif direktör, grafik tasarımcı ve tohum gözlemcisi. Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nden mezun olduktan sonra Gelişim Yayınları, Skylife, Onair gibi önemli yayınlarda kreatif direktör ve danışman olarak çalıştı.

1997’den beri Buğday Derneği’nin kurumsal kimlik, yayıncılık ve proje çalışmalarında aktif rol alıyor. Türkiye’nin ilk ekolojik pazarı olan Şişli %100 Ekolojik Pazar’ın kurucularından biri olan Lalehan, aynı zamanda 2020’den beri “Kurda Kuşa Aşa” podcast serisini hazırlıyor. Kreatif direktör, yazar, editör olarak birçok yayında adı olsa da Lalehan bugün kendisini “tohum gözlemcisi” olarak tanımlıyor ve sanatında tohumların büyülü dünyalarını ortaya çıkarıyor. İlk sergisini 2018’de Oxford Üniversitesi’nde bir sempozyumda açan Lalehan makrografik tohum fotoğraflarını sergilemeyi sürdürüyor. Sergilerinin değişmez adı, podcastlerinin adından bir kelime farklı; “Kurda, Kuşa, Aşa… Ve Göze”…

Buğday’ın gözü olan Lalehan Uysal’ı bir de kendisinden dinleyelim. Kimdir Lalehan?

Kimdir sorusunun cevabını bence en iyi toprak verir. Bütün canlılar gibi bir tohumum ben. Ailem can suyumu uçsuz bucaksız ayçiçek tarlaları ile dolu Trakya’nın toprağında vermiş. İşte o gün bugün rüzgârın savurduğu topraklarda tohum olmayı deneyimliyorum.

Senin için sanat nedir? Sanat sana ne ifade ediyor? 

Yüzyıllardır “sanat nedir?” sorusuna cevap aramış, kitaplar yazmış, farklı kuramlar, disiplinlerle sanatı tanımlamaya ömrünü adamış düşünce insanları var. Bize geleceğin sanat tanımını yapabilmemiz için ışık tutup yol gösteren insanlar… Bugün yaşasaydılar yüzyılın verileriyle sanatı yeniden tanımlarlardı. 

Ben sanat dahil birçok büyük kavramın açık kavramlar olduğunu düşünüyorum. Yani çerçeveleri olmayan kavramlar… Özel birkaç kavram gibi sanat da bana göre açık bir kavram ve onu biz değil zamanın ruhu tanımlar.  Bu tanımlanamaz haliyle sanat bana insan ruhunu ifade ediyor. 

Lalehan’ın doğa ile kişisel bağı nasıl?

Bağ çok anlamlı bir kelime. Bugün çok şeyle aramızda kalmayan şey. Akasma (Cleamatis Vitelba) ile örümcek arasında olan şey ya da. Akasma sayısız beyaz çiçekli bir sarmaşık. Sonbaharda zarif çiçekleri yerini uçuşan bembeyaz sanki ipek iplikten tüy kümelerine bırakır. Dantelden farksızdırlar. Görünce büyülenirsiniz. Örümcek gelir ve kümeden kümeye incecik iplikleriyle Akasma’ya dolanır. Ağını örer, birbirlerine karışırlar, bir bütün olurlar. Örümceğin evi Akasma, benim evim doğa. Doğa benim değil ben onun bir parçasıyım. Birlikte bütünüz. Doğayla aramdaki bağın adı: yaşam bağı.

Doğa, senin sanatında nasıl, hangi değerleriyle yer alıyor?

Tam tersi; doğa benim sanatımda değil ben doğanın sanatında yer alıyorum. 

Doğa benim için en büyük sanatçı. Ben onun sanatını göstermek için elçiyim. Gezegen onun şaheserleriyle bezeli. Ben değerli eserleri arasında gördüğüm yaşamın sürdürülebilirliğinin cevheri olan tohumlara çok yakından bakmayı ve fotoğraflamayı seçtim. Manolya tohumlarının benzersiz kırmızı renklerini, küçücük siyah sarmaşık tohumunun üzerinde oluşmuş kalp şeklini, elle bir yazı oyulmuş sanılan karpuz çekirdeğinin üzerindeki çizgiler farkedilsin istedim. Tohumlar yaşadığımız çevre kırımında yok olmadan doğanın bana sunduğu kadarını görsel özellikleriyle kayda almak, gördüklerimi sergiler açarak göstermek istedim. Tohumlar sadece yediğimiz şeylerin kaynağı olarak görülmesinler, gölgesinde oturduğumuz ağaçların tohumlarını, saksımızdaki çiçeğin tohumunun da bilinmesini amaç edindim. Fotoğraflarım aracılığıyla tohumların evimizin duvarlarında sanat eseri olarak hayatımıza katılmaları için çabaladım. Tohumlar gibi fotoğraflarım da çoğaldı.

Sanatının odağına doğa nasıl girdi? Sanatını ve seni nasıl dönüştürdü? 

Parçası olduğum doğa ilk nefesimden bugüne odağımda. Son nefesimde de içimde, odağımda olmasını diliyorum. Onun hiç bir araç ve sanatsal malzeme kullanmadan sergilediği eserler bana ilham veriyor. 

Ailem toprağı olan eken, biçen insanlar değildi. Ama annem başta, teyzelerim, anneannem, babaannem “eli yeşil” kadınlardı. Yani toprağa kuru dal koysalar yeşerirdi. Hanımelinin ne zaman çiçek açtığını, erik ağacının ne zaman meyve vereceğini, domates tohumu almayı, bamya tohumlarını saklamayı, çiçek adlarını, ağaçları yapraklarından tanımayı ana dilim gibi bu kadınlardan öğrendim. Ve bu dili hiç unutmadım. Bu dili konuşanlarla arkadaş oldum. Üç, beş derken çoğaldık. Buğdaygiller dediğimiz bir ailem oldu. Birlikte “yaşam dönüşümdür” dedik. Dergi ve rehber kitaplar yayınladık, dernek kurduk. Örnek projeler yaptık, yapmaya devam ediyoruz. Değişip, dönüştük ve dönüştürdük. Değişmeye, dönüşmeye, dönüştürmeye de devam ediyoruz. 

Doğanın her hali ilham kaynağım ise Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği, yaşamımda ve sanat eseri kabul edilen ürettiklerimde güvendiğim dağ. 

Tohum fotoğrafları çekerken seni çok etkileyen bir an ya da anın var mı?

Bir hikâyem var… Adana’dan İstanbul’a fotoğrafını çekmem için gönderilen Çukurova tohumlarından Karakılçık Buğdayı’nı fotoğraflarken güneşli bir terasta hayli zaman geçirdim. Kara kara kılçıklara güneş vursun, gölge düşsün istiyordum. Bir türlü istediğim kareyi yakalayamadım. Çok oyalandım. Deklanşöre basıyordum ama öylesine. Birden buğday başağını yuva seçmiş kanatlı bir böcek çıkıverdi. Kısa bir süre şaşkınlıktan sonra video çekmeyi akıl ettim. Hayli dolaştı başakların arasında. Tanelerin içine girdi, çıktı. O arada güneş istediğim gölgeleri verdi. Sevindim, baktım bizim misafir kaybolmuş. Fotoğrafa döndüm. İstediğim kareyi çektim ve başakları da cam tüpte fotoğrafıyla birlikte sergilemek için Adana’ya götürdüm.

Sergi günü meraklı bir çocuk, tüpü açıp bir başak almakta ısrarcı olunca bizim kanatlı da saklandığı yerden çıktı. Tanelerden oluşan fotoğrafımın üstüne kondu. İki gün süren sergi boyunca hiç kıpırdamadan fotoğrafımdaki bir buğday tanesinin üstünde durdu. Onu fotoğrafımın üzerinde  fotoğrafladım. Meğer birlikte seyahat etmişiz. Yaşadığı başağı ve onu, ait olduğu topraklarda Adana da bırakıp İstanbul’a döndüm. Bilmiyorum ömrü uzun muydu, kısa mıydı? Bildiğim, bana ömrüm boyunca aklımdan çıkmayacak bir aidiyet hikâyesi bıraktığı…

Yeni projelerin var mı?

Tohum fotoğraflarımla hazırladığım kitap en büyük projem. Ne zaman biter, bilmiyorum. 

Başka bir kitap için önümüzdeki aylarda, Anadolu buğdaylarını fotoğraflayacağım.

Tarihi belirlenmedi, yerel yönetimlerle yapılan uluslararası bir proje kapsamında ilgili bölgenin tohumlarıyla bir sergi gerçekleştireceğim. 

Düşlerim de var;

Şehir şehir bölge bölge dolaşmayı, o topraklara has tohumları fotoğraflamayı ve sergilemeyi düşlüyorum. 

Modern Nuh’un Ambarı olarak tanımlanan Norveç Svalbard’taki tohum deposuna gitmeyi ve dünyanın bütün tohumlarını görebilmeyi, bana korundukları yerden gülümseyen tohumları fotoğraflamayı hayal ediyorum.

Doğa ile kurduğu bağdan ilham aldığın başka sanatçılar, fotoğrafçılar kimler?

Sanatçı, doğadan ilham alandır. Eserinde doğayı görmemiz gerekmez. Böyle tanımlayınca ilham aldığım sayısız isim var elbette. Yine de aklımdan hiç çıkmayan bir kaç isim vermek isterim. 

Georgia O’Keeffe: Doğanın en küçük detaylarını devasa boyutlarda resimlemesini; renkleri, çiçekleri, yaprakları görme biçimini çarpıcı ve sarsıcı bulurum. Yaşadığı yüzyıl için yenilikçi düşüncelerle fark yaratmış bir sanatçı. 

Alfred Stieglitz: Bir dönem evli olduğu O’Keeffe gibi yaşadığı döneme fotoğrafları kadar düşünceleriyle de imza atmış biri. 22 Şubat 1893’te kar fırtınası altında 3 saat bekleyerek çektiği “Fifth Avenue, Winter” adını verdiği fotoğraf için “Uygun zamanı bekledim. Ve sabrım kesinlikle ödüllendirildi. Elbette şans da bir faktör çünkü saatlerce bekleyebilir fakat arzu ettiğim sonuca varmam mümkün olmayabilirdi” sözleri bir tohumu istediğim gibi çekemeden günü bitirdiğimde bana tekrar başlama gücü ve ilhamı verir.

Andy Goldsworthy: Onun doğadan topladığı malzemelerle geçici sanat eserleri yaratarak, doğanın değişen, dönüşen ve yenilenen yüzünü gösterme düşüncesi, beni sanat eserinin bir galeride sergilenen, sahip olunacak tek ve eşsiz bir değer olması fikrinden uzaklaştırdığı için çok etkiler. 

Ara Güler: “Ben dünya vatandaşıyım. Dünyanın foto muhabiriyim” diye tanımladı var oluşunu. Fotoğraf sanatçısı titri ona hiçbir şey ifade etmedi. Fotoğrafın sanat olması da ilgisini çekmedi. “Sanat olmasına lüzum yoktur fotoğrafın. Fotoğraf tarih olayıdır. Tarihi zaptediyorsun. Bir makine ile tarihi durduruyorsun” dedi. Ama fotoğrafları o ne derse desin sanat eseriydi. Aynı zamanda her fotoğraf eşsiz bir belgeydi. Aynı yüzyılda yaşamak, onu tanımış olmak, müzesinin olduğu mekanda sergi açmak benim için hem ilham hem de onur verici. 

Manuel Çıtak: Birlikte çalışma şansını yakaladığım ama erken kaybettiğimiz can arkadaşım Manuel, vizörden gözüyle değil ruhu ile baktı ve okumalara doyulmaz görsel hikâyeler çekti. Beyoğlu’nu Taksim ya da Galatasaray Meydanı’ndan değil tramvayın içinden görüntülediği fotoğraf, bana bakmanın, görmenin sınırsız açılarını hatırlatır. 

İbrahim Şimşek: Bazen kuş bakışı videoları, bazen şaşırtıcı açılardan çektiği fotoğrafları yaşadığımız toprakların büyülü, sihirli yanını, Anadolu’nun engin, zengin, bereketli coğrafyasını gösteriyor. Bir çok fotoğrafı bana yaşam ilhamı veriyor. 

Henri Cartier Bresson: O siyah beyaz çektiği fotoğrafları, fotoğraf üzerine yazdıkları ve söyledikleriyle hatta yaptıklarıyla düşündürücü ve ilham verici benim için. “Fotoğraf çekmek insanın gözünü, aklını ve yüreğini aynı hizaya getirmesidir” diyen de “Fotoğrafı makine değil, insan çeker” diyen de yine o…  Doğa fotoğrafçısı olarak tanımlayamayacağımız Bresson’un doğada önem verdiği iki şey:  biri insan, diğeri de doğal ışık. Asla flaş kullanmayan Bresson “Benim gözümün bir uzantısı” dediği küçük Leica kamerasıyla “mutlak anın usta avcısı” ve “yüzyılın gözü” sıfatlarıyla anılıyor. Hayranıyım. 

Sebastiao Salgado: Kendi deyimiyle “dünyamızıa ithaf ettiği bir aşk mektubu” olduğunu belirttiği Genesis Projesi’nde yer alan insanın aklını alan, sert fotoğraflarının yeri ayrı. Tartışılmazlar, eşsizler. Hak edilmiş ödüller, sayısız kitap tesadüf değil. Hayatı ve çalışmaları üzerine oğlu Juliano Salgado ve Wim Wenders’in yönetmenliğini üstlendiği “Salt of the Earth” belgeseli de inanılmaz. Ama bana ilham veren Salgado’nun eşi Lélia ile birlikte 90’lı yıllarda başladıkları Brezilya’daki Atlantik Ormanı’nın restorasyonunda çalışmaları ve 1998’de yaklaşık 17.000 dönüm araziyi doğa rezervine dönüştürmeyi başarmaları. 

Amy Gulick: Yazar ve fotoğrafçı Amy’nin kitap adları ilgimi çekti önce. “The Salmon Way” ve “Salmon in Tree”. Ağaçta somon balıkları mı? Nasıl yani…  Sonra takip etmeye başladım Amy’yi. Amy doğa fotoğrafçıları arasındaydı. Ödülleri, imza günleri, anlattıkları, dinleyenleri vardı. Hem fotoğraf çekmesi hem yazması ama aynı zamanda aktivist olmasını çok önemli buldum. Küresel iklimi düzenlemede büyük görev üstlenen Alaska’nın Tongass Ulusal Ormanı’nda, ağaçta bir ayıyı somon balığı ağzında fotoğraflamış ve paylaşmıştı. Bu ormanın bütün ekosistemiyle vahşi kalması için insanları mücadeleye çağırıyordu. İlham verici değil mi? 

Henüz yorum yapılmamış

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir


Paylaş