Melih Aşanlı: “Yeryüzünün en güzel tohumları, çoğaltmamız gereken çocuklar.”
“Ekolojik Baba” serimizde bu ay tasarımcı ve yazar Melih Aşanlı’yı konuk ediyoruz. Kırsalda yetişen çocukların doğaya bakış açılarının değiştiğini söyleyen Aşanlı ile, ebeveyn olmanın alternatif yollarını konuştuk.
Röportaj: Ayşe Nur Ayan (Buğday Derneği İletişim Ekibi)
Melih Aşanlı’yı tanıyabilir miyiz? Neler yapıyorsunuz?
Marmara üniversitesi güzel sanatlar mezunudur. Dağcılık ile ilgilenmiştir. Mezun olduktan sonra ekolojik tasarım yapabilmek için kendi firmasını kurmuştur. On yıldır kırsalda yaşar ve ekolojik tasarım ile alakalı olabildiğince bilgi almaya, bilgi üretmeye, eğitim vermeye, söyleşi ve konferanslarda bulunmaya çalışmaktadır. Herhangi bir vatandaştır aslında, dünyadaki bir canlıdır; bazen yazar, bazen çizer, bazen anlatıcı; çiftçi, ustadır; var olmak için insan hayatındaki birçok eylemi gücünün yettiği kadar gerçekleştirmeye çabalayan bir kişidir.
Buğday Derneği ile bir araya gelmeniz nasıl oldu?
2000’lerin başında Buğday Bültenler ile haberim oldu. Sonrasında neredeyse bütün Buğday Hareketi ve Derneği’nde var olan insanlar arkadaşım, dostum ve komşum oldu… Ve birlikte yaşamaya başladık diyebilirim. Projeler konuşmaya ve uygulamaya başladık. Kendiliğinden olan bir süreç, kenar etkisi diyebilirim. Yolda karşılaştık ve o yolda beraber devam ediyoruz. Son birkaç yıldır da ilişkimiz daha da arttı. Birlikte ekolojik tasarım ve mimari üzerine eğitim ve atölyeler düzenliyoruz.
Yaşam ve üretim mekanınızı kırsala taşımaya nasıl karar verdiniz?
Aslında bireysel bir yolculuktu, eşim ve ortağım Kübra için de benim için de kendimiz ile alakalıydı. Kendimizi keşfetmek istiyorduk. Kendimizi ‘insan’ olarak tanımlamak için ilk var olduğumuz yere, doğanın içine gitmemiz gerekiyordu.
Dünyadaki herhangi bir canlı gibi diğer canlılar ile iletişim içerisinde bir yaşam için doğaya yerleştik. Şehirdeki hayatın aksine doğa daha özgür, serbest ve gerçeklerle dolu. Bir canlı olmanın gerçekliği ile orada yüzleşiyoruz. Şehrin manipülasyonlarından ve ihtiyaçlarından uzak kalabiliyoruz. Bu da bize, kendimizi tanımlamak için destek oluyor, fayda sağlıyor.
Bununla birlikte, sürdürülebilir bir sistem için doğaya ihtiyacımız var, denemeler yapıyoruz, bunun için çabalıyoruz. Gıda, bilgi ve teknikler üretiyoruz. Bunları şehirde yapamayacağımızı düşündük. O yüzden de kırsala yerleştik.
Çocuk sahibi olmak sizin yaşamınızı nasıl dönüştürdü?
Çocuk sahibi olmak bütün yaşantımı altüst etti. Her şeye baştan başladım. En derinlerdeki Melih’in parçaları su üstüne çıktı, en üstteki Melih’in parçaları ise derinlere gömülmek zorunda kaldı. Bildiğim hiçbir şey aynı kalmadı. Bir çocuk için hazır olamıyor insan. Ben hazırlanamadım. Çünkü bilmediğim bir şeydi ve hala da bilmediğimi düşünüyorum.
Tüm bu olumsuz gibi gözüken söylemlere rağmen son derece başarılı, insanın içerisinde olması gereken bir deneyim. Asıl üretim, bir insanı yetişirken destekleyebilemek. İnsanı eğitmek demiyorum, bu çok küstahça bir tavır. Onda olan güzel parçaları ona yardım ederek, beslemesini ve geliştirmesini sağlamak; eksik parçaları ise tamamlamak ve ona o konuda yardımcı olmak, eksiklikleri ile bütün olduğunu anlatabilmek gibi bir süreçle insan yaşamı olgunlaşabilir ancak. Çocukla bunu keşfettim ve bir insanın nasıl var olduğunu gördüm. Kazara müdahale edilmez ve başıboş kalırsa ne kadar vahşi olabileceğini, zarar verebileceğini gördüm. Aynı şekilde korunur, kollanır ve ilgi gösterilirse; ne kadar şefkatli, duyarlı ve faydalı olabileceğini gördüm. İnsan iki uçta da olabilen bir canlı…
Kendimi keşfetmemde de çok faydalı oldu çünkü ben de bir zamanlar bebek ve çocuktum. Çocuğumu izlerken, gözlemlerken niye yaptığımı bilmediğim birçok şeyi anlamlandırdım; kendimle alakalı bazı soruların cevabını verdim, barışamadığım şeylerle barıştım, yetemediğim alanları gördüm. Kağıt üzerindeki gibi olmuyormuş. Asla yetemediğim alanları tespit ettim. Bir kısmını toparlayıp, üzerinde çalıştım ve başardım ama yetmez olduğum konuları da kendimle konuşup bir uzlaşmaya vardım.
Çocuk sahibi olmak artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığı, çok ilginç ve zor bir deneyim. Yeni bir hayata başlangıç. Kırsal yeni bir hayat olmadı benim için ama çocuk yeni bir hayat oldu.
Bazı insanlar çocukları doğduktan sonra sağlıklı ve ekolojik beslenmeye başlıyor ancak çocuğun büyüyüp okula başlamasıyla bu yönelim değişebiliyor. Sanki sadece bebeklik döneminde onu koruması gerekiyormuş gibi bir anlayış var. Sizin için bu süreç nasıl evrildi?
Yeryüzünün en güzel ve başarılı tohumları, çoğaltmamız gereken çocuklar. İnsanı çoğaltmalıyız. Çocuklar bizim için çok kıymetli. Asya doğmadan önce zaten bir kırsal hikayemiz vardı, biz çocuk oldu diye sağlıklı olmak istemedik. Yaşamın sağlığını bozmak istemediğimiz için kırsala geçtik. Endüstriyel üretimlere destek olmamak için ekolojik yaşamı tercih ediyoruz.
Hayvanlar zulüm görmesin, bitkiler toprakla tanışsın, pestisitler ve büyüme hormonları ile zarar görmesin, böcekler ölmesin diye gıdamızı hazır ve ambalajlı ürünlerden kullanmıyoruz. Bunların hiçbiri bedensel sağlığımız için değil aslında, vicdanımız ve bizim doğaya karşı olan bir sorumluluğumuz…
Ekolojik baba olmak sizin için nasıl bir anlam taşıyor?
Ekolojik baba olmak için çok daha hassas olmak gerekiyor. En önemlisi, ekolojik yaşam benim tercihim ve çocuğa bunu dayatmamak gerekiyor. Dayatmalar hayattaki en büyük tehlikelerimiz. Kırsalda yaşamayı ben seçtim, o seçmedi. Bunu hep akılda tutmak çok değerli. Bazı gıdaları ben yemiyorum çünkü bu benim tercihim, ama onun tercihi değil. Tabii ki çocuğu zararlılar ile beslememek ama onun dışında ölçülü de davranmak gerekiyor. Şiddetten ve eylemlilik halinden uzak tutmak… Çünkü ağaçların katledildiği, doğanın yok edildiği, madenlerin açıldığı, bu kadar şiddetli bir ortamda dengeyi sağlamak ve tüm bunlardan çocuğu korumak oldukça zor.
Biz yetişkinler olarak dünyanın yükünü üstümüze alıyoruz belki ama bunu çocuklarımıza veremeyiz. Amaç bir eko faşist, aktivist ya da asker üretmek değil, sağlıklı bir birey yetiştirmek. Bu dengeyi kurmak oldukça zorlandığımız bir kısım. Zira ileride onun neyi seçeceğini bilmiyoruz ama seçtiği yolda donanım sahibi ve farkında olması gerekiyor. Barışı bilmesi, sevginin yolundan gitmesi çok önemli.
Ekolojik baba olmak oldukça zor. Birçok şeyi açıklayamıyoruz. Bazılarını zaten öğrenmemesi gerekiyor. Ancak bir yandan da onun hissettikleri var. Kırsalda çok daha sezgisel bir çocuk büyüyor. Doğada bir çocuk büyüdüğünde, size öğretmeye başladığını fark ediyorsunuz.
Biz Asya’dan çok şey öğreniyoruz; bitkilerin ne zaman susuz kaldığını, hayvanların nasıl üzgün olduğunu… Yaşama bakış açısının çok farklı olduğunu görüyoruz. İlginç bir deneyim ama zor. Dengede olmak gerekiyor çünkü şehirde ve kırsalda olmak üzere ikili bir yaşam var şu anda.
Eşiniz Kübra ve kızınız Asya ile birlikte farklı şehirlerdeki etkinlik ve eğitimler için gezici bir ekip oluşturmuş durumdasınız. Asya bu mekan değişimlerinden ve yolda olma halinden nasıl etkileniyor?
Araba yolculuğu Asya için sıkıcı olabiliyor ama içinde var olduğu yaşamın bir kısmı kırsalda, bir kısmı otellerde, bir kısmı ise yollarda geçiyor. Oturup tüm gün toplantı yapabiliyor, çemberler yapıyor. Mesela biraz önce benimle telefonda konuşurken maden sahasında yapılacak Eco-Art Festivali’ni organize ediyorlardı çünkü annesiyle birlikte onun toplantısındalar. Kendisi gibi kırsalda yetişen üç arkadaşı ile birlikte şu an bunu konuşuyorlar…
Çocuklarımız bizim hep yanımızda, çalışırken, konuşurken, ağladığımızda yada güldüğümüzde, onları hiç birimiz yanımızdan ayırmıyoruz. Bir yerlere kapatmıyoruz. Anne veya baba demek; elinden tutulan, gürültü yapan bir çocuk sahibi olmak demek değil. İş hayatından daha önemli değil, hiçbir şeyden daha önemli değil. İş yaşamının çocuklar için tekrar elden geçirilmesi gerektiğine inanıyorum.
Asya, söyleşi ve konferanslara katılıyor ve buralarda var olmayı biliyor. Çok fazla şehirde çok fazla arkadaşı var. Artık bir sürü şehir biliyor. Oyuncaklarını ve kırsaldaki evimizi özlüyor ama bunların tamamını seviyor aslında. Çünkü bizde gördüğü şey, yaptığımız işi zorunda olduğumuz için değil, mutlu olduğumuz için yaptığımız. Keşke herkes bu kadar şanslı olabilse diye dua ediyorum sıklıkla. Bu bir lütuf. O yüzden bunların tamamı Asya için bir mutluluk kaynağı ve oyun.
Neler bildiğini henüz bilmiyoruz. Biraz daha büyüyünce, bütün bu süreçte neler öğrendiğini bize kendisi aktaracak.
Asya yaşadığı çevre itibarıyla, belki de şehirdeki birçok çocuktan daha şanslı. Doğa ile olan ilişkisi nasıl?
Asya’nın ikircikli bir ilişkisi yok. ‘Doğa’ ve ‘şehir’ tanımı yok; kalabalık, gürültü ve kirlilik tanımı var. Doğanın tamamına ‘ev’ diyor. Biz iş yaparken, onu bir toprağın kıyısında uyuyakaldığını görebiliyoruz bazen. Böceklerle oynuyor ve zemini düzelterek kendisine meşe yapraklarından bir köşe yapıyor, yerleşiyor ve oraya yatıp uyuyor. Orası onun tamamen evi. Doğaya değil, odasına ayrı bir şeymiş gibi bakıyor çünkü orada oyuncakları ve duvarlarda kendi yaptığı resimler var.
Çok şanslı ve inşallah bu şansı da devam eder. Bir yandan da şehir hayatını görüyor. Ancak şehirde bir türlü anlam veremediği şeyler var; ‘her yer kirli,’ ‘çok kalabalık’, ‘herkesin acelesi var’ diyor. Şehirdeki insanlar onunla sohbet etmiyorlar. Ona çocukça dedikleri saçma sorular sorarak, az zeki bir canlıymış gibi davranıyorlar. Asya da hepimiz gibi bir birey. İnsanlar ona çarptığı için sokaklarda dolaşmaktan hoşlanmıyor.
Kırsaldaki durum ise böyle değil. Ona fikirlerini soruyoruz. İlk sandalyeye oturmaya başladığında, sürekli gittiğimiz kahvede artık masamızda bir yeri olduğunu söyledik. İki buçuk yaşından beri kendi siparişini verebiliyor. Ihlamur söyleyecekse, ‘poşet çay istemiyorum, yaprak ıhlamur varsa istiyorum. Ben çocuğum, o yüzden soğuk su koyun yoksa yanabilirim’ diyor. Şehirde böyle bir tavırla yaklaşınca dalga geçiyorlar, ‘aman da ne kadar zekisin sen’ gibi tuhaf şeyler söylüyorlar ve bu yüzden kimseyle konuşmuyor, tanımadığı insanlardan uzak duruyor.
Kırsal Asya için güvenli bir alan olmuş… Peki sizin için orada ekolojik baba olmanın zorlukları neler?
Kırsal hepimiz için daha konforlu ama burada ekolojik baba olmanın da zor yanları var tabii. Şehirdeki aktivitelerden uzak kalmak, çocuğun sosyal hayatını kurmak için çok daha fazla emek sarf etmek gibi. Asya heykelleri, arkeoloji müzelerine gitmeyi ve dans etmeyi çok seviyor. Ama bunlar için uzun yollar yapmamız gerekiyor. Bakkalın otuz kilometre uzak olduğu bir yerde, o an canı bir şey istediğinde sürekli yoklarla karşı karşıya. Bir çocuk için bu çok can sıkıcı.
Enerjimizi biz üretiyoruz ve sınırlı olduğu için de istediği kadar ışık açamıyor, bir şey izleyemiyor. İstediği kadar suyla oynayamıyor çünkü suyumuzun sınırlı olduğunu da biliyor. Bence bu kadarı ile yüzleşmek iyi değil. Çocukken bu kadar sınırlanmasını ve böyle bir sorumluluğu almasını istemeyebilirdim aslında ama şunu da biliyoruz ki, şehirdeki yaşamın da başka zorlukları var. Arkadaşlarımın çocukları için belki bunlar değil ama doğa ve sağlıklı gıdaya erişim gibi sorunlar söz konusu.
Bir gün tekrar şehire dönmeyi düşünüyor musunuz?
Biz kırsala gittiğimiz ilk günden beri dönmeyi hiç planlamadık ama zorunda kalırsak tabii ki dönebiliriz. Hayat çok büyük bir yolculuk. Ne zaman nerede olacağımızı bilmiyoruz ama gerçek olan şehir değil ki şehire dönelim. Biz zaten şehiri bırakarak hayatımızda yanlış olan bir şeyi sonlandırdık. Belki bundan yıllar önce şehirler daha yaşanılabilirdi ama şu an hiçbir tarafı akılcıl ve gerçek değil. Şehirdeki her şey kurgu. Elle tutulur hiçbir yanı yok. İnsanların büyük bir çoğunluğu da keyfi değil, zorunluluktan kalıyor. Keşke herkes dilediği gibi bir hayat sürebilse diye düşünüyorum…
Kırsalda kendine yeterlilik mümkün mü? Bunu nasıl sağlayabiliyorsunuz?
Kendine yeterlilik tanımını biraz daha oturup düşünmeliyiz. Ne kadar şey arzuladığımızın ve bize ne kadarının yetebileceğinin kararını vermek gerekiyor. Azalmak, küçülmek, yerini ve haddini bilmek mümkün. Kırsalın en büyük etkisi bu olmalı. Zihnimizde şehiri kırsala taşırsak hiçbir manası kalmaz. Zaten insan dediğimiz canlının kendisine yetebiliyor olması lazım. Kişi kendisine yetemiyorsa, kırsalda da şehirde de bir yeterlilik kuramaz. Bu yüzden amaç aslında gıdanın, enerjinin veya suyun yetmesi değil. Onlar yeter, çok bile.
İhtiyaçlarınızı neye göre belirliyorsunuz?
Bazı şeyleri yapamıyoruz ya da alamıyoruz. Biz de bunlardan vazgeçiyoruz. İnsan önce yetmezliğini kabul etmeli. Yeterli para kazanılamayabilir, ürün üretilemeyebilir, yeteri kadar usta olamayabilir… İnsan da diğer canlılar gibi bazı şeylere gücü yeten, bazılarına ise yetmeyen bir canlı. Yıllarca matematik, kimya gibi eğitimler alacağımıza, kendimizi tanımaya yönelik eğitimler almamız gerekiyor. Çünkü insanın kendi yolculuğunun çok büyük bir değeri var. Benim ihtiyacım olan bir şey, başkasının ihtiyacı da olabilir. Her birimiz özel canlılarız.
Konvansiyonel insanlarız; hayatta çeşitlilik istemiyoruz, tek tipiz. İnsana bu yeter, bu evlerde yaşar, bu gıdalarla beslenir… Kendimize bunu yaptığımız için de bitkilere ve hayvanlara da bunu yapabiliyoruz. Bu binalar aslında birer üretim çiftliği.
Kırsalda zehirsiz gıdaya ulaşmak mümkün mü? Siz gıdanızın sorumluluğunu nasıl alıyorsunuz?
Kırsalda gıdamızın sorumluluğunu bulduğumuzu yiyerek alıyoruz. Her şeyi yemek zorunda değiliz. Yediğimiz her şeyin lezzetli olmasına da gerek yok. Böylesine kibirli bir tavır yüzünden konvansiyonel üretim var zaten. Bazı şeyler sağlıklıdır ve başkasına zarar vermez ama bunun karşılığında da lezzetsiz olabilir. Damak tadımıza hitap etmez ama arada bir de bunları yememiz gerekiyor. Her mevsimde her şeyi yemek zorunda değiliz. Doğanın bir takvimi var. Bulunduğumuz bölgede her şey yetişmez ve onları yiyemeyiz.
Türkiye’nin genelinde temiz gıda yok. Çünkü kontaminasyon (bulaşma) diye bir problem söz konusu. Soluduğumuz hava ne kadar temiz ise yediğimiz gıda da en fazla o kadar temiz olabiliyor. Bir tarafımda termik santral kurulduğunda, temiz gıdadan mahrum bırakılmış oluyorum. O yüzden termik santrallere de karşıyız.
Temiz gıda için bedel ödeme zorunluluğumuz var. Az ödeyeyim ama temiz alayım diye bir şey yok. Bedenimizin içerisine aldığımız bir şeyden bahsediyoruz. Ayağımızdaki pantolondan veya arabamızdan tabii ki daha pahalı olmalı. Bir cep telefonu için yıllarca kredi ödüyoruz ama sonra domatesin fiyatını tartışıyoruz. Bu kendimize duyduğumuz saygı ile ilgili bir durum.
Geçtiğimiz temmuz ayında, Kaz Dağları’nda açılmak istenen siyanürlü altın madeni için çok sayıda ağacın kesilmesinin ardından, maden sahası yakınında Su ve Vicdan Nöbeti başlamıştı. Yaşam alanınızda gerçekleşen bu çevre mücadelesini Asya’ya nasıl anlatıyorsunuz?
Orası Asya’nın iki yaşına kadar uyuyakaldığı ormanın kendisi. Bizim kestane, kızılcık topladığımız, derelerinde Asya’nın oyunlar oynadığı ilk yer. Araçla Kirazlı’dan Bayramiç’e doğru döndüğümüzde, Asya’nın ‘eve geldik’ dediği bir yer.
Bölgedeki kesim aslında çok uzun sürdü. İnsanlar kesim bittikten sonra arazi sürülürken fark etmiş oldular ama biz içinde yaşıyorduk. Her gün kamyonlarca ağacı gözümüzün önünde taşıdılar. Kesim motorlarının sesi hiç bitmiyordu. Asya bunlara hiçbir zaman anlam veremiyordu. Biz yetişkinler aramızda ne olacağını ve ne yapabileceğimizi konuşuyorduk. Onu dahil etmiyorduk ama bir şekilde duyuyordu. Ağaçlarımızı neden kestiklerini soruyordu. Hala alışamadığı bir durum ve ağaçlar kesildiği için defalarca ağladı. Bizdeki durumu hissediyor. Çünkü yüz binlerce ağacın katledilmesinden sonra biz yaklaşık altı ay kadar depresyona girmiş bir haldeydik.
Kaz Dağları’na temiz bir bölge olduğu için değil, ‘buranın korunması gerekiyor’ düşüncesiyle yerleşmiştik. Buraya ilk kez maden eylemine destek için gelmiştik. Amacımız yaşam alanını savunmaktı. Asya da şu an bunun tam olarak içinde ve yaşadığı alanı korumayı biliyor. Bunu parklarda başka çocuklarla oynarken de görüyoruz. Sevdiklerini korumayı öğrendi. Çiçekleri, böcekleri koruyor çünkü zaten onlar Asya’nın arkadaşı. Şehirde bir köpek havladığında ‘aa, tilki geldi’ diyor. Çünkü onun köpeği tilki. ‘Şehirde tilki olmaz, hepsi buradan gitti’ dediğimizde, ‘niye onları evlerinden attık?’ diye soruyor.
Su ve Vicdan Nöbeti’nde şehirdeki bazı insanların düşüncelerinin aksine, orada sakıncalı tiplerden oluşan bir grup yok. Orada çocuklar, aileler, gençler yaşlılar var. Hepimiz oradayız. Asya orayı çok seviyor. Büyük boy huniyi alıp çağrıya çıkıyor, bildirgeler okuyor, aktiviteler yapıyor, arkadaşları ile oyun oynuyor. Asya için bunlar çok keyifli birer oyun.
Doğayla dost bir yaşama adım atmak isteyenlere önerilerinizi neler?
Sadece kendi isteklerini dinlemeliler. İnsanlar iyi niyetten de olsa kendilerine danışanlara güvenli çemberden çıkmamalarını öğütler ve istikrardan bahsederler. İnsan muhafazakâr bir canlıdır. Var olan durumu muhafaza etmek gibi bir sorunu vardır. Diğer yaşam ise kaotik bir şeydir. Ama bir şeyin sonunu görmek iyidir. Ne zaman öleceğimi bilmiyorum ama ne uğurda öleceğime karar vermek sanırım benim elimde.
Bir gün gerçekten keşke dememek için taşları yerinden oynatmak gerektiğini düşünüyorum. Denemiş olmak çok ciddi bir iştir, herkes yapamaz. Bir tane hayatımız var ve bunu bizi sevenler, eğitenler ve yönetenler için yaşamak çok zavallıca. Bu hayatı kendimiz için yaşamalıyız. Bu bizim sorumluluğumuzda, başkasını suçlayamayız.
Bence asıl kaos; sahip olmadığımız bir işte, daha ne kadar süre çalışacağımızı bilmeden, vicdanından emin olmadığımız, tanımadığımız insanlar ile aynı apartmanda, mahallede yaşayarak, sadece dışarıdan beslenen, suyunu bile başka şehirden alan milyonlarca insanın yan yana yaşadığı zehirli bir yerde yaşamak.
Peki şehirden gidemeyenler ne yapacak?
Şehirde kalmak teslim olmamız anlamına gelmiyor. Yaşadığımız alanı savunmak ve dayanışma içerisinde olmak zorundayız. Bu konuda görevli olanları rahatsız etmeliyiz. Muhtarların niye maaş aldıklarını sorgulamalıyız. Kamusal alanlardaki hakkımızı almamız, dilediğimiz gibi koruyabilmemiz gerekiyor. Kent konseylerinde çalışmalı, katılımcı olmalıyız. Elimizi taşın altına sokmamız sadece yöneticilerin karşısında durmak anlamına gelmiyor, onlara destek olmak ve yüklerini hafifletmek anlamına da gelmeli. Çatışma fikir düzeyinde olmalı, şiddetin hiçbir biçimi sükûnet sağlayamaz.
Şehirlerde kendi gıdamızı üretebiliriz. Gıda toplulukları kurabiliriz. Park ve bahçeleri hiçbirimize sormadan organize ediyorlar. Dökülen betonları bir araya gelip kırmalıyız. Çünkü suyun toprakla buluşması gerekiyor. Apartmanlarımızda yağmur suyu hasadı için devletin kanun çıkarmasına gerek yok. Yöneticilerimiz ile bu konuda konuşmalıyız. Her apartmanın küçük de olsa bir bahçesi var. Bahçemiz yoksa balkonlarımız var. Buraları doğru organize etmeliyiz. Kaldırımları, yolları ve otoparkları doğru organize etmek için belediyeleri sıkıştırmalıyız. Söz sahibi olmamız gerekiyor.
Çöpçülerin daha fazla çalışmasıyla değil, sokaklara çöp atmazsak temiz olur. Daha az enerji tüketmeliyiz. Yaşamdaki maliyetimizi bilmemiz gerekiyor. Bir tişört için kaç litre su gerektiğini, kaç tane çocuk işçi çalıştığını bilmemiz gerekiyor. Sorumluluğu elimize almamız gerekiyor aslında. Çünkü bilinçli olmak sadece Kant ve Hegel’den bahsetmekle değil, yaşamda bilinçli olmak ne kadar tüketici olduğundan bahsetmek ve buna engel olmak ile mümkün. Diğeri, uygulanamaz, entelektüel bir sürü bilgi çöplüğünü beraberinde getirir.
Sanattan bahsetmek için önce duygusal olmak; duygusal olmak için önce vicdanı beslemek; vicdanlı olmak için de önce haddini bilmek gerektiğini düşünüyorum. Eğitimli insan demek, kendisini eğitebilen insan demektir, bir konu üzerinde motive ve manipüle edilmiş insan demek değildir. Kendimizi bu konuda eğitebiliriz, dayanışabiliriz.
Şehirler de doğanın bir parçası. Orayı biz şehirleştirdik ve tekrar dönüştürebiliriz. Yaşam alanlarını korumamız gerekiyor çünkü kimse bizim için korumuyor, korumayacak. Bunu evde yapamayız, sokağa çıkmamız gerekiyor.
Röportaj: Ayşe Nur Ayan
[…] buradan […]