İklim krizine karşı en güçlü kozumuz: Organik tarım
Ekolojik Tarım Organizasyonu Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Uygun Aksoy, dünyada ve Türkiye’de tarım sisteminin dönüşümünü ele aldığı yazısında, organik tarım uygulamalarının iklim krizi ile mücadeledeki önemine ve Türkiye’nin tarım stratejilerindeki eksikliklere dikkat çekti.
Yazı: Prof. Dr. Uygun Aksoy – Ekolojik Tarım Organizasyonu Derneği Yönetim Kurulu Başkanı
İklim değişiklikleri özellikle son yıllarda yaşamımızı derinden etkilemektedir. Günümüzde, iklim değişikliğinin yanında birçok tehdit ile karşı karşıya olan tarım, vazgeçilmez ve stratejik bir sektördür.
Çevreye olan etkileri ve iklim değişikliği açısından bakıldığında; tarım ve gıda üretiminde fosil yakıt, gübre ve pestisit kullanımı, girdilerin ve gıdanın üretim yerinden kullanıcıya kadar olan taşınması ve dağıtımı gibi süreçler de dâhil edildiğinde, tarımsal faaliyetlerin sera gazı emisyonlarındaki payı %30 civarında. Ancak ekolojik uygulamalara dayalı olarak yapılan tarım, iklim değişikliğine adaptasyon ve uzun vadedeki hedeflere erişim noktasında çözüm olarak ortaya çıkmaktadır. Ekolojik yönetim modelleri, bir yandan emisyon azalışı sağlarken diğer yandan artan karbon bağlama kapasitesi ile iklim krizine çift yönlü katkı sağlamaktadır.
Bakanlık organik tarımı göz ardı ediyor
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından hazırlanan “Türkiye İklim Değişikliği Stratejisi 2010-2023” belgesinde, sera gazlarının kısa vadeli kontrolüne yönelik organik tarım, arazi kullanımı ve tarım ve ormancılık alanında önerilen uygulamalar arasında yer alıyorken; son yıllarda Tarım ve Orman Bakanlığı’nın organik tarımı öncelikleri arasından çıkardığı görülmektedir.
“Türkiye Organik Tarım Stratejik Planı”nın 2016’dan sonra yenilenmemesi, desteklerin sürekli değişkenlik göstermesi ve yetersiz kalması; karşı çabaların organik tarımı temelsiz biçimde sorgulaması ile birlikte, beklenen katkıların sağlanamamasına neden olmuştur.
Gıda ithalatı çözüm değil, sorun yaratıyor
Sorulan sorulara doğru cevap alabilmek için organik tarımın neden ve nasıl geliştiği, bugünkü durumu ile gelecek stratejilerini ve bununla birlikte tarımda yaşanan sorunların gerçek nedenlerini iyi anlamak gerekir.
Birçok ülkede hızla artan nüfusu doyuracak, ucuz gıda temin etme telaşı ile 1950’lerde başlayan tarımda yoğunlaşma; daha fazla fosil yakıt, su ve sentetik girdi kullanımını ve endüstrileşmeyi beraberinde getirmiştir. Türkiye ve benzeri gelişmekte olan ülkelerde 1970’li yıllarda hissedilmeye başlayan bu etki, pazarın daha da fazla küreselleşmesi ile ülkelerin ekonomik açıdan ‘avantajlı’ oldukları ürünleri çok geniş alanlarda tek ürün (monokültür) halinde yetiştirmeleriyle sonuçlanmıştır. Fakat sadece doğadaki değil, tarımdaki çeşitlilik de azalmıştır. Türkiye gibi ithalatı çözüm olarak gören ülkeler hem ekolojik hem sosyo-ekonomik sorunlarla uğraşır hale gelmiştir.
Temel gıda maddelerinin üretim ve ticaretinde birkaç gelişmiş ülkenin pazara hakim olduğu görülmektedir. Ürün pazarındaki benzer gelişme tohum, gübre, tarım zehirleri, sulama sistemleri gibi üretim girdilerinin küreselleşmesine ve az sayıdaki uluslararası şirketin egemen olmasına yol açmıştır. Endüstriyel tarım ve gıda sisteminin çevre, sağlık, toplum hizmetleri ve gıda egemenliği üzerindeki olumsuz etkileri ise dikkate alınmamıştır. Ancak, yaratılan olumsuzlukların topluma yönelik gerçek maliyetleri son yıllara kadar gizli kaldığından sistem devam edegelmiştir.
Krizler zehirli kimyasallara dayalı tarım sistemini dönüştürüyor
Günümüzde, bir yandan dışa bağlı gıda ve gıda dışı ürün pazarındaki fiyat artışları veya Covid-19 gibi ani gelişen bir tehdit sonucu uygulanan kısıtlar, diğer yandan iklim değişikliğinin doğrudan etkilerinin hissedilmesi sürdürülebilir tarım sistemlerini tartışmaların odağına getirmiştir.
Organik tarım, Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) tarafından sürdürülebilir beş tarım sisteminden biri olarak kabul edilmiştir. Avrupa Birliği ise karbon nötr olma ve iklim değişikliği, biyoçeşitliliğin yok olması, gıda güvenliği sorunlarının çözüm odağına organik tarımı almıştır. Avrupa Komisyonu tarafından yayımlanan Çiftlikten Çatala (F2F) ve Biyoçeşitlilik (BDS) strateji dokümanları ile 2030 yılına dek, halen AB üyesi ülkelerde %8.5 (%2.5-24.0 arasında değişmektedir) düzeyinde olan organik tarım arazilerinin %25’e çıkarılmasını; pestisitlerin genel kullanımının ve yüksek derecede tehlikeli pestisit kullanımının %50 azaltılmasını ve pestisitlerin agroekolojik uygulamalarla değiştirilmesini hedeflemektedir.
Topraktan sofraya izlenebilirlik
Peki, organik tarım ve uygulamaları nasıl çözüm olabilir? Öncelikle, ‘Organik 3.0’ olarak belirlenen stratejinin hedeflerinden biri, tüm tarım sistemlerinde doğru sonuç vermiş ve başarılı olmuş uygulamaların ortaya konarak, organik tarıma veya diğer bir tarım sistemine uyarlanmasıdır. Bu açıdan, organik tarımın temel ilkelerine dayalı tarım işletmelerinin ve etik ticaret sistemlerinin kurulması önemlidir.
Organik tarım, işletmenin dışarıdan sağlanan girdiler yerine işletme içinde döngülerin tesis edilerek, olabildiğince kapalı bir sistem biçiminde yönetilmesini hedefler. Her tarımsal ekosistem, ekolojik, sosyal ve ekonomik açıdan kendine özgü koşulları içerir. Yönetim sistemi ise, bu koşullar irdelenerek geliştirilir ve topraktan sofraya kadar izlenebilirlik sağlanır.
Organik tarım toprak, bitki, hayvan, insan ve yeryüzünün sağlığının ayrılmaz bir bütün olduğunu kabul eder. Buna bağlı olarak, kullanılan girdiler ve yöntemler yarattıkları risklere göre değerlendirilerek kılavuzlar hazırlanır. Yasal düzenlemeler ve özel standartlar ile üretim sürecinin uygunluğunun değerlendirilerek sertifikalandırılması 1990’lı yıllardan sonra pazarın genişlemesi sonucu ortaya çıkmıştır. Bu standartlar etiketlenerek pazara sunulan ürünün üretilmesi sırasındaki minimum koşulları belirler.
%20’lik organik madde artışı hektar başına 9 ton CO₂ emisyonu tasarrufuna eşdeğer
Günümüzde tarım ve gıda ürünlerinin yanı sıra kullanılan girdilerin de uzun mesafeli taşınmaları söz konusudur. Organik tarım ilkeleri, gerek işletme dışı girdi kullanımı yerine döngüleri vurgulayarak, gerekse organik uygulamalarda yoğun emisyona neden olan sentetik gübre ve pestisitlere kısıtlamalar getirerek karbon emisyonlarını azaltıcı etki yaratmaktadır.
Toprak sağlığı ve verimliliği organik tarımın birinci hedefidir. Örtüsüz, aşırı işlenmiş veya nadasta çıplak bırakılan toprak, karbon zengini olan üst toprak katmanının erozyonla veya yıkanma ile yok olmasına neden olur. Organik tarımda önerilen toprağın örtülü bırakılması veya hiç ya da az sayıda toprak işleme yapılması karbon emisyonlarını azaltırken, toprağın karbon bağlama kapasitesini de arttırmaktadır.
Toprak işlemesiz, örtü bitkili organik tarım uygulanması durumunda; ilk iki yılda topraktaki organik karbon %9, altı yılda ise %21 oranında artmıştır. Topraktaki organik madde artışı toprak sağlığı, verimlilik ve iklim değişikliklerine karşı en önemli araçlardandır. Topraktaki organik madde içeriğinin %20 artması hektar başına 9 ton karbon emisyonu tasarrufu anlamına gelmektedir.
Tarım alanlarında bağlanan karbonun yaklaşık yarısı toprak üstü aksamı tarafından tutulmaktadır. Bu nedenle yıl içi ekim planlamalarında iki ürün arasında toprağı örtüsüz bırakma yerine, kısa süreli de olsa örtü bitkilerinin ekimi karbon bağlama kapasitesini artırmaktadır. Meyve ağaçları gibi çok yıllık türlerde ise sıra aralarında benzer uygulamalar yapılabilir.
Endüstriyel üretimde azot oksitlerin salımına neden olan sentetik azotlu gübreler karbon emisyonlarının ana etkenlerinin başında gelmektedir. Hızla eriyebilen sentetik azotlu gübreler uygulandıktan hemen sonra topraktaki azot miktarını artırır ancak bunun bir kısmı bitki tarafından alınırken, kalanlar yıkanarak yer altı sularında kirliliğe neden olur veya gaz halinde kaybolur. Böylece her yetiştirme döneminde yeniden sentetik azotlu gübre vermek gerekir.
Organik tarım, sentetik gübre kullanımını yasaklarken; izin verilen hayvan gübresi, yeşil gübreleme, kompost ve benzeri uygulamalarda hektar başına toprağa katılan azot miktarını 170 kilogram ile sınırlamaktadır. Bu uygulamalar topraktaki organik madde miktarını yıldan yıla artırır ancak %25-30 gibi belirli bir kısmı o yılda yarayışlı hale geçer, diğer kısımlar ise sonraki yıla saklanır. Yani organik uygulamalar eklemeli etki yaratıp karbon bağlarken, sentetik azotlu gübrelerin her yıl yeniden eklenmesi zorunlu olduğu için tekrar tekrar karbon salımına yol açar.
Sentetik azotlu gübre uygulamaları ayrıca toprak mikroorganizmalarının solunum sonucu çıkardıkları karbondioksiti tetikler. Sentetik fosforlu gübreler ise bitki kökleri ile simbiyotik yaşayan mikroorganizmaların gelişmelerini baskı altına alarak toprağın karbon bağlama kapasitesini olumsuz etkilemektedir.
Endüstriyel hayvancılık hava kirliliğine yol açıyor
Endüstrileşmiş hayvancılık işletmeleri küresel ölçekte karbondioksitten daha fazla olumsuz etkisi olan metan salımının %37’sine, azot oksitlerin ise %65’ine neden olmaktadır. Organik hayvancılık ise alan bazlı ve kurallara uygun olarak yapılmakta ve böylece endüstrileşmekten kurtularak seyrelme etkisi ile sera gazı emisyonlarını azaltmaktadır.
İlgili yönetmeliklere göre, organik hayvancılıkta sürü büyüklüğü sınırlanmaktadır. Örneğin, organik tavukçulukta her barınakta en fazla 4.800 adet etlik piliç, 3.000 adet yumurta tavuğu bulunabilir. Ayrıca, hayvan başına gerekli en düşük iç ve dış alan belirlenmiş olup hektar başına 2 büyükbaş hayvan birimi ile sınırlandırılmıştır.
Düşük yoğunlukta hayvancılık ile metan ve azot kirliliğini azaltmak mümkündür. İşletme içi gübre ve diğer atıklar kullanılarak yem üretimi döngüsü sağlandığında taşınma ile ortaya çıkan emisyonlar azalırken, karbon bağlama kapasitesi artmakta ve böylece karbon bütçesi olumlu yönde gelişmektedir.
Gaz olarak uygulanan pestisitler iklim için 300 kat daha tehlikeli
Yapılan on yıllık bir araştırmaya göre, kompostlaştırılan inek gübresinin kullanıldığı bir ekim nöbetinde bitkilerin daha iyi gelişmeleri ile yılda hektar başına iki ton karbon bağlandığı hesaplanırken, endüstriyel üretimde karbon emisyonları ortaya çıkmıştır. Pestisitlerin -özellikle gaz olarak uygulananların- gerek üretim gerekse uygulanma aşamasında, karbondioksitten 300 kat daha fazla tehlikeli olan azot oksitlerin emisyonuna yol açtığı belirtilmektedir.
Politika desteğiyle organik gıdaya erişmek mümkün
Organik ürün pazarı küreselleşse de temel ilkeleri arasında yerel üretimin yerelde tüketilmesi gelmektedir. İç denetime dayalı katılımcı sertifikasyon uygulamaları birçok ülkede üretici ve tüketici işbirliği ile iç pazar için geliştirilmektedir. Çok sayıda organik ürün tüketicisi, tercihini yerel ürünler yönünde kullanarak bu ürünlerin uzun mesafeli taşınmalarını ve yarattığı sera gazı emisyonlarını azaltmada önemli bir etki yaratmaktadır. Bazı özel organik tarım standartları da aynı gerekçelerle organik ürünlerin uçakla taşınmasına izin vermemekte veya Bioswiss standardında olduğu gibi iç pazardaki ithal ürünlerde logo kullanımına ancak iç üretim yeterli değilse izin vermekte ve aksi halde ise farklı logo kullanılmaktadır.
Onarıcı tarım uygulamaları da organik tarımın temel ilkelerine uygun, başarılı sonuç vermiş uygulama ve yöntemleri bir araya getirerek yaygınlaştırmaya çalışmaktadır.
Sonuç olarak, her ölçekte kendine yeterli ve mevcut ekolojik ve sosyo-ekonomik koşullara göre bilgiyle tasarlanmış, karbon pozitif hedef koyan sistemlerle hem sağlıklı ürün hem de sürdürülebilir kalkınma sağlanabilir. Doğru politikalar ve bilgi paylaşımı ile ekolojik koşulları ve döngüleri esas alan organik sistemlerin geliştirilmesiyle birlikte herkese yeterli, erişilebilir fiyatta sağlıklı gıda ve gıda dışı ürün üretilmesi mümkündür.
Kaynaklar:
- FIBL (2012) Reducing Global Warming and Adapting to Climate Change: The Potential of Organic Agriculture, Working paper V 4.
- La Salle, T. and P. Hepperly, P. (2008) Regenerative Organic Farming: A Solution to Global Warming, Rodale Institute
- IFOAM Organics International, Organic Agriculture Countering Climate Change
İlgili bağlantılar: