Tabiat Kanunu Tasarısı doğayı nasıl tehdit ediyor?
Uzun yıllardır gündemde olan ve geçtiğimiz yıl yeni bir metin ile Meclis gündemine gelen Tabiat ve Biyoçeşitliliği Koruma Kanunu Tasarısı, ülkemizdeki korunması gereken alanlar ve biyoçeşitliliğimiz için büyük tehlikeler barındırıyor. Tabiat Kanunu İzleme Girişimi Sözcüsü Hüsrev Özkara ile tasarıyı, bununla ilgili süreci ve tasarıdaki tehlikeli kısımları konuştuk.
Kasım ayında Tabiat ve Biyoçeşitliliği Koruma Kanunu Tasarısı’nın görüşüleceği bir toplantı yapılacaktı. Ancak bu toplantı bazı gerekçelerden ötürü iptal edildi. Bu sürecin sonrasında bizim bilmediğimiz bir gelişme oldu mu? Ve toplantının neden iptal olduğuyla ilgili bize bilgi verebilir misiniz?
Hüsrev Özkara: Bu tasarı 2000’li yıllardan beri süren bir çalışmanın sonucu. 2011 yılında ilk defa yasa tasarısı hazırlandı ve Meclis’te çalışmalar yürütüldü. 4 kez bu kadük oldu, en son Aralık 2016’da tekrar konuyla ilgili bir kanun tasarısı hazırlandı ve Meclis’e geldi. Bunun ardından süreç yine başladı. Bu arada STK’larla görüştüler, “ne düşünüyorsunuz” diye. Biz, hazırlanan tasarının sağlıklı bir kanun tasarısı olmadığını, özellikle genel gerekçesinin hazırlanan yasa tasarısıyla çeliştiğini söyledik. Dolayısıyla bu konuda karşılıklı görüşmeler üzerine, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile Orman ve Su İşleri Bakanlığı arasındaki problemi de çözemedik.
Peki yasa tasarısındaki bahsettiğiniz bu gerekçe ve oradaki çelişki nedir?
Kanun tasarısının gerekçesinde şöyle deniyor: “Türkiye’de tabiatın ve biyolojik çeşitliliğin korunması amacına hizmet eden çok sayıda hukuki ve idari düzenleme bulunmakta.” Bu, doğru bir tespit. “Bu durum tabiatın ve biyolojik çeşitliliğin sürdürülebilir korunması ve kullanımı konusunda karmaşaya sebep olmakta ve mevzuatın uygulanmasından sorumlu kurum ve kuruluşlar arasında görev ve yetki karmaşasına sebebiyet vermektedir.” Bu da çok doğru, yerinde bir tespit. “Bu durum farklı koruma kategorilerinin birbirleriyle uyumlulaştırılması gereğini doğurmakta, aynı zamanda birbirini tekrar eden ve birbiriyle çatışan uygulamaların önlenmesini gerektirmektedir.” Genel gerekçenin başında yer alan bu açıklama son derece doğru bir tespit yapıyor, fakat hazırlanan yasa tasarısının böyle bir hedefi yok. Tam tersine yine Orman ve Su İşleri Bakanlığı’yla ilgili bir yasa düzenlemesi, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı bunun dışında kalıyor. Buradaki sıkıntı da şu, ülkemizdeki sahaların mevcut alan büyüklüklerini dikkate aldığımızda ağırlıklı kısım Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nda. Neden? İki tane statü var: Özel Çevre Koruma Bölgeleri ve Doğal SİT’ler. Dolayısıyla söz konusu yasa tasarısı gerekçede tespit edilen iki ya da üç başlılığı ortadan kaldırmıyor, tasarıya göre o iki başlılık devam ediyor. O zaman bu yasayı değiştirmemizin bir anlamı yok, yani asıl hedefe uygun davranmamış oluyoruz. Ve bu durum beraberinde etkin bir koruma getirmiyor, tam tersine hazırlanan yasa tasarısı bir koruma yasasıymış gibi lanse ediliyor.
Peki mevcut statülerle biz korumayı gerçekleştirebiliyor muyuz?
Eğer çift başlılık olmamış olsaydı. Bu yasa tasarısından ziyade, niyet önemlidir. Siz kötü bir yasayı, iyi bir düşünce ve uygulamayla daha başarılı sonuçlara götürebilirsiniz. Hatta iyi bir yasayı, tam tersine, kötü düşünce ve uygulamalarla, başarısız kılabilirsiniz. Öylesi bir keyfiyeti taşıyor, kim ne derse desin. Şöyle bir örnek vereyim: Bugün Orman ve Su İşleri Bakanlığı’nın bünyesinde Doğa Koruma ve Milli Parklar Müdürlüğü var. Burada 4 tane statü var. Dolayısıyla bu statülerle biz 1 milyon hektar, yani %1,25’lik alanı koruyabiliyoruz. Eğer bu çıkacak olan yasa bu kadar sınırlı bir alanla ilgiliyse, geriye kalan kısımlar ne olacak ve nasıl bir uyumlaştırma, çift başlılığı ortadan kaldırma gerçekleşecek. Dolayısıyla kendi içerisinde ciddi anlamda çelişkileri olan ve bugünkü durumdan daha kötüye gidebilecek bir süreci hazırlamış oluyoruz, benim korkum bu. Ben uzun yıllar Kurul’da Şube Müdürü olarak çalıştım, hem de Genel Müdür olarak görev yaptım. Bu süreçleri iyi biliyorum. Benim gözlemim şu: Maalesef korunan alanların içi boşaltılıyor. İşin dikkat çekilmesi gereken noktası bu. Hatta bu yasanın son maddelerinde Geçici Madde düzenlemeleriyle yeni yeni korunması gereken sahaları kullanma olanakları açılıyor. 29 yıllık kiralamalar 49 yıla çıkarılıyor. Yeni yapılaşma kolaylıkları getiriliyor. Bakanlık böyle bir yetkiye sahip oluyor. Bu, sadece %1,25’lik bir alanı konuşurken ortaya çıkan tablo. Bu alanda bile böyle olasılıklar tarif ediliyor.
Bu kanun tasarısında özellikle bazı maddeler var ki, sizin de çok hassas olduğunuz ve üzerine gittiğiniz. Bunlardan en önemlisi yasanın yeniden değerlendirilmesi. Yeniden değerlendirmeyi nasıl açıklıyorsunuz?
Bence bu da iyi niyetli bir yaklaşım değil. Doğrudur, kendi içerisinde, ilan edilme süreçlerinde ilk önce 6831 sayılı Orman Kanunu’na göre orman rejimine alınarak Milli Park ilan edilebiliyordu o zaman. Tek statüydü. 1983 yılına kadar böyle sürdü. Ondan sonra 2873 sayılı yasayla beraber ise 4 statü; Milli Park, Tabiat Parkı, Tabiat Koruma Alanı ve Tabiat Anıtı. Dolayısıyla 1958 yılından 1983 yılına kadar ilan edilenler içerisinde gerçekten Milli Park statüsüne uygun olmayan sahalar var. Bunu anlayışla karşılarım. Örneğin Yozgat Çamlığı, yakkaşık 270 hektarlık bir alandır, dolayısıyla bu tür alanların Milli Park olma şansı yok. Bu alanların başka statüye dönüştürülmesi lazım. Ama yeniden değerlendirme adı altında bu sahalarla ilgili, sahanın daraltılmasından tutun iptaline kadar bir yetki bu yasayla verilmek isteniyor. Açıkçası, insan tereddüt ediyor. Biz 1958 yılından bugüne kadar gerçekten zor koşullarda ilan ettiğimiz bu sahalardan, yeniden değerlendirme adı altında vazgeçemeyiz.
Bu maddeyle o zaman şunun yolu mu açılıyor: Korunan alanlar, üst kurulun değerlendirmesiyle, koruma kapsamından çıkarılabiliyor. Doğru mu?
Evet, aynen öyle.
Bu çok tehlikeli bir madde.
Bir tanesi bu. Bizim şöyle bir yaklaşımımız oldu: Az önce söylediğim gibi, mutlaka mevcut statüye uymayan alanlar var. Biz diyoruz ki oluşturulacak olan Ulusal Kurul bu konuyu değerlendirirken STK’ların da eşit temsil edildiği bir kurul olursa, bu konular tartışıldığında amaç o alanı etkin şekilde korumak ise, o zaman katılımcı bir yaklaşımla hep birlikte değerlendirmek gerekir. Ama bizlere sormadan, daha yasası falan yokken bu yeniden değerlendirme çalışmaları yapılıyor; duyuyoruz. Böyle devam ederse büyük sıkıntılar oluşacak. Şöyle bir örnek vereyim size, 1 milyon 800 bin hektar olan yaban hayatı koruma sahası; bahsettiğimiz tartışmalara konu olan sadece 1 milyon hektardı, yani onun neredeyse iki katı bir alandan bahsediyorum, bir kalemde iptal edildi. Bu nasıl bir yeniden değerlendirme. Ve hala 2003 yılından bugüne kadar bir hektar dahi yaban hayatı koruma sahası ilan edilmedi. Ne yapıldı biliyor musunuz? Yaban Hayatı Geliştirme Sahası. Yani, kullanıma açık, hatta avlanmanın bile yapılabileceği sahalara dönüştürüldü, 1 milyon 220 bin hektarlık bir alan. Yani yaklaşık 680 bin hektar tamamen devre dışı bırakıldı. Bu durum şunu gösteriyor; ben devletin gücünü kullanarak, Bakanlık yetkisiyle bu tür alanları istersem kapatırım, istersem açarım, istersem içeriğini değiştiririm. Böyle bir keyfiyet söz konusu. O nedenle biz yeniden değerlendirmenin her bir hektarında dahi, kesinlikle katılımcı bir yaklaşımla, ilgili paydaşların da o görüşmelerde olması gerektiğine inanıyoruz. Aksi takdirde, açık söyleyelim, bunun hedefi korunan alanların içini boşaltmaktır.
Yani bu yeniden değerlendirme aşamasında bir kontrol mekanizması olarak, kurulda ilgili paydaşların, STK’ların, bilim adamlarının da olması gerektiğini söylüyorsunuz. Olması gereken de bu.
Bakın, hızlı kararlar vermek her zaman doğru sonuçlar doğurmaz. Ama toplum sindire sindire bir konuya sahip çıkar, alınacak olan kararlar toplumca paylaşılır ise, bu kararların üzerine yenilerini inşa etmeniz mümkün. Yani böyle bir kurul oluşturmak vakit kaybetmek anlamına gelmiyor. Bu yüzden hızlı kararlar alabilmek için bu katılımcılığı göz ardı etmemek gerekli. Ama ben toplumu yok sayıyorum derseniz, örneğin Hotamış Sazlıkları’nı duymuşsunuzdur. Şu an Hotamış Sazlıkları yok. Ya da Seyfe Gölü. Şu an Seyfe Gölü yok. Çöl oldu buralar. Bu hatayı yapan rahmetli Süleyman Demirel “özür diliyorum” demişti. Özürle halledilecek bir mesele değil bu. Çünkü bir doğa parçasının özelliklerini ortadan kaldırdığınız zaman, onun restorasyonu hem çok pahalı, hem de geriye dönüşü çok çok zor. O yüzden bu tür olaylar, sadece iktidar gücüyle, “yaptım, oldu” mantığıyla yapılabilecek işler değil. Bunun vebali ve sorumluluğu ağırdır.
Tasarıda bir de ekolojik etki değerlendirmesi ile ilgili çok önemli bir madde var. Nedir ekolojik etki değerlendirmesi?
Biliyorsunuz, Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) adıyla, yapılacak olan çalışmaların çevreye zarar verip vermeyeceğine yönelik bir değerlendirme var. Buna paralel olarak, korunan alanlarda da bu değerlendirmeye Ekolojik Etki Değerlendirmesi deniyor. Nasıl ÇED’de bu durum çevre aleyhine de işleyebiliyorsa çeşitli örneklerde gördüğümüz gibi, Ekolojik Etki Değerlendirmesi’nde de benzer durumlar olabileceğine ilişkin kaygılarımız var. Oysa ben şunu beklerdim; “yapılacak olan çalışma korunan alana ya da onun yakın çevresine zarar veriyorsa, bu çalışmaya izin verilmez” denmeliydi, bu kadar net. Komedi bu. Yasaya bakıyoruz; diyor ki, bu faaliyetler bir ihtiyaçsa Ekolojik Etki Değerlendirmesine aykırı olsa bile, buna Bakanlar Kurulu kararıyla izin verilebilir. Bir de burada bahsedilen alan gerçekten Türkiye’nin tamamıyla ilgili olsa, bu karara gerçekten saygı duyacağım. %1,25’ini konuşuyoruz burada. Buna bile, bu kadarcık bir alanı korumaya bile tahammül edemiyoruz. Bu kadarcık alanda bile mümkün olduğunca içini boşaltmaya çalışıyoruz. O yüzden Ekolojik Etki Değerlendirmesi adındaki düzenlemenin samimiyetten uzak ve korunan alanlar için ciddi bir tehdit olduğunu düşünüyorum.
Korumaya değil de, yok etmeye yönelik bir madde gibi duruyor. Bir sahanın etkin olarak korunabilmesi için bazı şartlar ve gerekçeler var. Ve ne yazık ki bunlar bizim ülkemizde uygulanamıyor. Biz nerede yanlış yapıyoruz?
Şurada yanlış yapıyoruz. Öncelikle bu alanları topluma sevdirmemiz lazım. İnanın, çağdaş ülkelerdeki gelişmişlik düzeyini bununla ölçüyorlar. Herkes çocuklarını, bu tür sahalara onları eğitmek için götürüyor. Biz bu eğitim kısmını, insanlara buraları sevdirme kısmını atlıyoruz. İkincisi de katılımcılık gerçekten çok önemli. Bu alanlara sahip çıkan STK’ların ve benzeri yapıların güçlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Bir de yasalarla çerçevesi net bir biçimde belirlenmiş, böyle sınırsız bir yetkiyle veya ucu açık yetkilerle “ben bu sahalarda dilediğimi yaparım” anlayışının olmaması gerekiyor. Mutlaka net şekilde kurallar konmalı ve onlara uyulmalı. Bu konuda net şekilde cezalara da ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Bazen konudan bihaber yöneticiler bu yasalara aykırı işlemler yapıyor, ama bunun bir yaptırımı, bir uyarısı bile yok… Özetle, toplum bu sahalara sahip çıkmalı; çünkü gelecek orada. Şöyle toparlayayım: Eğitim, katılımcılık, iyi bir yasa ve iyi bir yönetim. Yapılacak olan düzenlemelerin ve uygulamarın da uluslararası sözleşmelerle uyumlu olması gerekiyor. Sözde değil, özde uyumdan bahsediyorum. Biyoçeşitliliğimizi, türlerimizi giderek kaybediyoruz. Bakın kelaynak kuşları artık yok. Sayı olarak gösteriliyor evet, şu kadar çift var diye; ama biyolojik olarak yok artık kelaynaklar. Yine biyolojik olarak Anadolu Parsı yok; çünkü çoğalabileceği imkanı yakalayamıyor. Yaban koyunu bile tehdit altında. Biz bu türlerimizi koruyabilmemiz için bilinçli, daha iyi eğitimli, gerekli yasal düzenlemelere sahip ve onları uygulayabilen bir düzene geçmek zorundayız.
Röportaj: Leyla Aslan Ünlübay
*Açık Radyo’daki Tohumdan Hasada Ekolojik Yaşam programı kayıtlarından yazılı hale getirilmiştir.